önsöz


Bozkurtların Ölümü Kür Şad Destanı....

Bozkurtların Ölümü, Hüseyin Nihal Atsız'ın Maltepe'de 13 Nisan 1946 saat 21:00'de yazmayı bitirdiği Göktürk Kağanlığı tarihinden bir bölümü ve Kür Şad Destanı'nı anlattığı romanıdır.


Romanın konusu kısaca şöyledir: 627 yılında Göktürk Kağanlığı, Doğu ve Batı Kağanlıkları olarak ikiye ayrılmıştır. Doğu Kağanı Çuluk Kağan, Çin akını öncesinde, Çinli eşi İ-çing Katun tarafından zehirlenerek öldürülür. Kardeşi Bağatur Şad, Kara Kağan ünvanıyla tahta çıkar ve ilk iş olarak Göktürk geleneğine uygun olarak İ-çing Katunla evlenir. Çuluk Kağan'ın iki oğlu Tulu Han ve Kür Şad, bu duruma bir anlam veremezler. Korkunç kıtlıklar ve Çinlilerin iç karışıklıklar yaratmaları neticesinde Göktürkler iyice zayıflar. Bunun üstüne Kara Kağan'ın iradesiz politikaları da eklenince Göktürkler için felaket gelir. Kara Kağan, son akınından sonra, yanındaki 100 bin Göktürkle birlikte Çin'e esir düşer. Çinliler, Göktürkleri asimile ederek ortadan kaldırmak istemektedir. Göktürk kadınlarını cariye olarak almakta, Göktürk erkeklerine Çinçe isimler takmaktadır. 9 yıl sonra Çuluk Kağan'ın küçük oğlu Kür Şad, yanındaki kırk Göktürk'le birlikte bir ihtilal komitesi düzenler. Planı; Çin imparatorunu bir sokak baskınıyla kaçırarak Çin'deki Göktürklerle değiş-tokuş etmek, bu mümkün olmazsa öldürmektir. İhtilalcilerin aldığı habere göre Çin imparatoru her gece tedbili kıyafet gezmektedir. Fakat ihtilal gecesi büyük bir fırtına çıkar. İhtilalin haber alınıp, Çin'deki Göktürklerin kılıçtan geçirileceğinden endişelenen Kür Şad, Çin imparatorunu ele geçirmek için Çin sarayını basar. Adamlarının, Çinlilerle kıyas kabul etmez silahşörlüklerine güvenmektedir. İhtilalciler sarayı basarak yüzlerce Çinli muhafızı öldürürler. Ancak imparatoru ele geçirmeleri mümkün olmaz. Kür Şad, geri çekilme emri verir. Saray ahırından en iyi atları alarak şehirden uzaklaşmaya çalışırlar. Ancak fırtına nedeniyle Vey Irmağı'nın kıyılarında çakılıp kalırlar. Bu arada ihtilalcileri takip eden Çin müfrezesi arkalarından yetişir. Kür Şad ve yanında kalan son adamları, Vey Irmağı kıyısında dövüşerek şerefli bir şekilde ölürler. Fakat amaçlarını gerçekleştirmiş, Çin'e istedikleri korkuyu salmışlardır....


ROMANIN HİKAYESİ

Gökte ay bu donanma gecesinin parlaklığını bile geride bırakacak kadar olgun ışıldıyor, ortalığı gün ortasında olduğu gibi apaydın seçilecek bir hale getiriyordu. Ana caddeye açılan dar sokaklardan birisi üzerinde bulunan bu öğrenci pansiyonu tatil yüzünden çok tenha idi. Sokağa bakan seddin üzerindeki tahta sıralarda altı yedi genç ciddi yüzlerle oturuyor, herkesin gülüp eğlendiği, hiç değilse aile ocağında bulunduğu bu mutlu anda uzak yurt köşelerindeki evlerinde bulunmamanın verdiği keder, dalgın bakışlardan okunuyordu. Yemekten yeni dönmüşler, gelişi güzel sıralara ilişmişlerdi. İçlerinden bir tanesi güzel yüzlü, kumral, ince bir kızdı. Yumuşak ve sessiz duruşunda bir şiir ahengi sezilmesine rağmen fen talebesiydi. Belki de bu sebeple çok az konuşuyor, zaten tükenmiş gibi duran konuşmayı canlandırmaya teşebbüs etmiyordu. Hepsinden biraz ayrı oturan uzunca boylu, oldukça iri bir genç arkadaşlarından bir şey, biraz canlılık, biraz konuşma bekler gibi bir müddet sessiz oturup da onların konuşmadıklarını görünce ceketinin cebinde ikiye katlanmış ve elde taşınmaktan yıpranmış bir kitap çıkararak tâ gözlerinin içine kadar sokup okumağa başladı. Bu hareketi, o andaki durumla o kadar yakışıksız düşmüştü ki gençler istemeksizin gülüştüler. İçlerinden en ufak tefek görünen ve sesi de bir tuhaf çıkanı bağırdı.- İşte tam bir edebiyatçıya yaraşan poz! Yahu! Şu güzel tabiatı seyretmek, hiç değilse seyreder görünmek dururken insan gözlerini ziyan etmek pahasına kitap mı okur?Edebiyatçı olduğu söylenen genç önce cevap vermeğe niyetli görünmedi. Fakat sonra umumi bir neşenin doğmak üzere olduğunu görünce bunu körüklemek isteğine kapılmış olacak ki- Ya sen, dedi, şu güzel tabiatı seyreder görünürken acaba kafanda neler kuruyorsun? Kim bilir kaçıncı defadır ki ihtiyar dünyayı seyretmek için göğün en yüksek noktasına kurulan aydedenin en şairane manzaralarla beraber nice biftek gibi kanlı meydan savaşları gördüğünü, nice süngülerin kendi ışığı sayesinde nice çelik yüreklileri acımadan delişini seyrettiğini ve buna rağmen hâlâ o canlı gülümseyişini nasıl koruyabildiğinin hikmetini mi, arziyatçı beğimiz? Tabiyeci genç hemen cevabını bastırdı:- Bu benim değil, romancıların konusudur azizim. Ben bu en muhteşem gecede bile göğe bakarken ayın yalnız kendisini düşünürüm. Yoksa onun kocamış, buruşuk yüzündeki gülümseyişini değil. Hattâ, bir edebiyatçı muhayyilesiyle konuşayım, bu gülümseme günün birinde bir kahkahaya dönse bile beni yine ilgilendirmez.Aynı pansiyonda yaşayan bütün öğrencilerin, en eski Türk tarihçisini kastederek hep birden "Tonyukuk" diye adlandırdıkları bir diğeri, bir tarih talebesi heyecanla atıldı:- Ya günün birinde ayın gök yüzünde üç yerde birden gözüktüğünü görürsen yine ilgilenmez misin?Ufak yapılı genç yavaşça bu konuşana dönerek:- "Sen akşamki pilavı fazlaca kaçırmış değilsen muhakkak ki tarihçiliği bırakıp da roman konuları kurmağa başladın. Yoksa bu saçma suali sormazdın" dedi.Tonyukuk gülümsedi:- Tarihçiliği bırakmadım. Ama sen de maddeciliğine rağmen kehanetler savurmağa başladın. Çünkü hakikaten bir roman yazmak üzereyim. Hem de öyle bir roman ki hayatın bizzat kendisini aksettirecek. İçinde hem romantizme, hem de realizme yer olmakla beraber bizzat hayatın akışından ayrılmayacağım ve buna olduğu kadar tarihe de sadık kalacağım. Bir roman ki size 1300 yıl öncesini yaşatacak ve birbiri ardınca sahneye çıkan kahramanlar günümüze kadar gelecek. Bir roman ki içinde yalnız bir tek kahraman bulunmayacak. İçindeki her şahıs, tıpkı hayatta olduğu gibi başlı başına bir kahraman olacak. Romantiklerin de, realistlerin de eserlerinde daima bir tek iskelet var: Romanın kadın ve erkek iki kahramanı arasındaki aşk macerası, halbuki benim kitabımda yüzyılların akışı bulunacağı için bir tek maceraya, hele on binlerce romanda tekrar edile edile artık pek bayağılaşan, müptezel olan aşk hikâyelerine saplanıp kalmama imkân yok. Bu, yepyeni bir tip roman olacak. Başarabilirsem sana, ey aydede mütehassısı, koca bir teleskop hediye edeceğim.O zaman kadar sessizce konuşmayı takip etmiş olan genç kız karıştı:- İyi ya. Bu anlattıklarına göre senin romanın tamamıyla realist bir eser olacak.Müstakbel muharrir bu sefer ona döndü:- Hayır! Benim kitabım, realitedir diye insanların fizyolojik bütün hareketlerini en ince teferruatına kadar îmâdan, hattâ teşhirden çekinmeyen eserlerden olmayacak. Maddî hayattan ayrılmayacağım. Ama son günlerin bazı telif eserlerinde moda olduğu üzere en basit ve tabiî, fakat nezih olmayan konuları kitabıma yüklemeyeceğim. Bir psikolog nasıl her meselenin hangi ruhî âmille işlendiğini düşünür, bir hekim nasıl bir hastalığın hangi sebeple başladığını bulmağa çalışırsa, ben de tarihle çok uğraştığım için olacak milletlerin hareket hatlarının neye dayandığını aramakla çok vakit geçirdim. Şu muhakkak ki bir milletin münevverleri de, halk tabakası da işlenmeğe çok elverişli. Bunun için de en iyi şey, yani en iyi araç eserler olabiliyor. Bir aralık Almanya’da intihar edenlerin birçoğunun cebinde Verter’in bulunduğunu bilmiyor musunuz? Bizdeki hamâsetin yüzyıllarca sürüp gitmesine de Köroğlu, Danişmend Gazi, Battal Gazi gibi ilk müellifleri meçhul kahramanlık destanları sebep olmadı mı? Ben üslûpçu ve yazıcı olmadığım için bu işin ne dereceye kadar üstesinden geleceğimi bilemem. Nasıl basit bir köy hekimin sessiz çalışmaları, kimse farkına varmadan, sağlık istatistiklerinde bir yekûn tutarsa, nasıl bir piyade bölüğünün savaşı kesin sonucu hazırlayan sebepler arasında yer alırsa, ben de eserimle milli terbiyemiz için kendimce faydalı saydığım bir hamle yapacağım. İşte o kadar…O zaman, az önce ayın ışığından faydalanarak okumağa çalışan genç atıldı:- Kaç gündür şu dâhiyane klâsikleri okumaktan ve anlamağa çalışmaktan öyle bir dimağ yorgunluğuna tutuldum ki, eğer eserine başladınsa ve hele hareketli bir başlangıcı varsa, kuzum biraz anlat da kendime geleyim.Bu teklif oradakilerin hepsine birden hoş geldi. Halkayı biraz daha daraltarak bu düşünceye iştirak ettiklerini gösterdiler. Aydede bile iyi işitebilmek için biraz daha alçalmıştı. O sırada sanki birdenbire her şey değişti: Öğrenciler pansiyonu olan evin yerinde şimdi 1300 yıllık bir Türk çadırı vardı. İnce yapılı kız gürbüz, sağlam, çekik gözlü bir bozkır kızı olmuştu. Erkeklerin saçları uzayarak omuzlarına dökülmüş, başlarında birer börk peyda olmuştu. Ceketleri kaftan, iskarpinleri çizme haline gelmişti. Edebiyatçının elindeki klâsik eser şimdi bir kopuz, fencinin dolma kalemi bel kemerine asılı bir bıçaktı. Hepsi çimenlere bağdaş kurmuşlar, kılıç yaralarıyla çentilmiş sert yüzlerine başka bir anlam veren ala ve yeşil gözleriyle Tonyukuk’a bakıyorlardı. Müstakbel romancı da belindeki kılıçla heybetli bir er olmuştu. Hiç nazlanmadı ve ağır bir sesle şöylece anlatmağa başladı:

Hüseyin Nihal Atsız Vikipedi, özgür ansiklopedi

S.1

621 YILINDA BİR YAZ GECESİ

Atlılar geniş çayırlığa dağılmışlar, dinleniyorlardı. Atından inmemiş olan Yüzbaşı Işbara Alp buyruklar veriyor, atını öteye beriye sürüyordu. Gece basıp ortalık iyice kararınca o da atından indi. Çerilerinin yaktıkları ateşe doğru yürüdü. At uşağı Çalık onun atını almış gezdiriyordu.

Bu gece yüzbaşının gönlünde bir sıkıntı vardı. Bilmeden iş görüyordu. Ateşe doğru ısınmak için yürümüştü. Ateşe yaklaşınca yaz olduğunu, ısınmak gerekmediğini hatırladı. Çeriler et kızartıyorlardı. Ateşe varınca erlerden birisi diz yere vurarak yüzbaşıya bir çamçak kımız sundu. Işbara Alp kımızı dikti. İsteksizce içti. İkinci bir erin sunduğu et kızartmasını almıyarak yanlarından ayrıldı. Biraz ilerideki büyük ağacın dibine geldi. Bir oyuğa oturdu. Baktı, dalakaldı…

Onbaşı Yamtar ateşin biraz uzağında oturmuş, hem pusatlarını gözden geçiriyor, hem de kızarmış bir et parçasını yiyordu. Savaş günlerinde onbaşı kendisini iyi kullanır, çürük tahtaya basmazdı. Üç günlük yemeği bir günde yer, sonra da üç gün ağzına bir lokma koymadan dayanır, gücünü de kaybetmezdi. Savaştan önce de kılıcını biler, oklarının ucunu keskinleştirirdi.

Onbaşı, kılıcını iyice biledikten sonra bir de denemek istedi.yerden bir ot kopararak kılıcın keskin kıyısına değdirdi. Ot bu dokunuşla kesiliverdi. Aynı zmanda arkadan bir ses duyuldu: “Kılıcın keskin ama usun da keskin mi?” Yamtar başını çevirmeden cevap verdi: “Sırasında o da keskindir”

- Öyleyse bil bakalım, bu gece yüzbaşı neden bunlu (Kederli)

Bu sözleri söyliyen kişi Onbaşı Yamtar’ın yanına çöktü. Bu; Onbaşı Pars’tı.
- İki gün önce Çuluk Kağan’ın önünde yapılan kılıç oyunlarında Yüzbaşı Işbara Alp yenildi. Onun için sıkıntılı duruyor.
- Yüzbaşı kime yenildi?
- Tunga Tigin’e
- Yüzbaşı bunun için neden üzülsün? Tunga Tigin’i kılıçta kimse yenemez ki yüzbaşı yensin. Hem yüzbaşı yenilse de gene bahadırlıkta Tunga Tigin’e denk sayılır. Kılıç oyununda Tunga Tigin, Işbara Alp’ı yendiyse at yarışında, ok atmada da Işbara Alp, Tunga Tigin’e üstün geldi.
- Peki öyle ise neden sıkılıyor?

Onbaşı Pars birak yudum kımız içtikten sonra cevap verdi:

- Binbaşı olacaktı, olamadı.

Yamtar biraz düşündü. Bu sebep onu kandıramamıştı.

- Işbara Alp, binbaşı olmadım diye bunalacak kişilerden değildir… dedi
- Ben de binbaşı olmadığı için sıkılıyor demiyorum.
- Ya ne diyorsun?
- Işbara Alp Binbaşı olamadı. Buna da İ-çing Katun sebep oldu. Yüzbaşı buna kızıyor diyorum.
- Yüzbaşı buna nasıl kızar? İ-çing Katun, Çulluk Kağan’ın karısıdır.
- Karısıdır ama Çinlidir.

İki onbaşı uzun zaman sustular. Dalmış gibi idiler. Onbaşı Pars söze başladı:

- Gözümle gördüm: Kağan’ın otağı yanında yüzbaşı Katun’u selamlamadı. Görmemiş gibi yaptı.
- Doğrusunu istersen yüzbaşı haklıdır. Katun neyse ama bizim elimizde tutsak olan Çinliler de artık işlere karışmağa başladılar.
- Işbara Alp da bunun için Çinlilerden tiksinir. Katun’u selamlamadığı için binbaşı olamadı. Öfkeden uykusu kaçmıştır.
- Bizim Çulluk Kağan, bahadır, iyi Kağandır ama şu Çinli karıyı almasaydı daha iyi olurdu.
- Bu Çinli karı bizim başımıza kötü işler açacak diye korkuyorum
- Çinde eskiden Sui kağan ailesi vardı. Şimdi Tang kağan ailesi çıktı. Bu kadın eski ailedendir. Çinde gene kendi ailesinin hâkim olması için Çuluk Kağan’ı kışkırtıyor diyorlar.
- Kışkırtsa ne çıkar? Bizce hepsi bir değil mi?
- Oranın yüzbaşısı bilir. Bana kalırsa susup uyumak iyi. Sıkıntılı nesneler konuşup boşboğazlık etmekten terlemiş, sırılsıklam olmuşum.

***

Işbara Alp, karşı yatan kara dağa bakarken, yarın o dağın ardında toplanıp Çin’e akın edecek orduyu düşünüyor, akın olduğu halde neden içinin sıkıldığını anlıyamıyordu. Koca çayırlıkta çıt kalmamıştı. Rüzgar üflemiyordu bile… Işbara Alp büsbütün sıkıldı. Börkünü başından, sadağını sırtından çıkardı. Genişlemek, sıkıntısını gidermek istedi. Boşuna… Dönüp ardından baktı. Bütün atlar başları yukarda, kulakları dikilmiş duruyordu. Yüzbaşı: “Sıkılan yalnız ben değilmişim” diye mırıldandı. Uyuyan çerilerin arasını gezmek için börkünü giyip, sadağını takındı. Şaşılacak şey! Uyumuş, dalmış gibi gözüken, çıt çıkarmayan çerilerin hepsi uyanıktı. Yattıkları yerde yıldızları seyrediyorlar, çevreleriyle, terlerini siliyorlardı. Geceleyin böyle bir sıcaklık şimdiye dek görülmemişti.
Yüzbaşı yeniden eski yerine geldi. Gökyüzüne baktı. Gözleri gökte dikili kaldı. Batı yanından kara bulut hızla geliyordu.

Bu bulut bir Çin atlısına benziyordu. Yeryüzünde bir ot bile kıpırdamazken gökyüzünde bulutun bu kadar hızlı dolaşmasını yüzbaşı iyi bulmadı. Kendi kendine, bir uğursuzluk olacak diye düşündü. Tam o sırada yanından yıldırım gibi bir şeyin fırladığını gördü. Bir hayvan, belki bir tilki idi. Nereden çıkıp nereye gittiği belli değildi. Canı sıkılan yüzbaşı tilkiye benziyen hayvanı görünce birdenbire sadağına el attı. Yıldırım hızı ile yayına bir ok yerleştirdi. Düz çayırlıkta kaçan hayvanı gezleyip(nişanlamak) oku fırlattı. Yüzbaşının oku boşa gitmişti. Işbara Alp otuz beş yıllık ömründe ilk defa attığını vuramamıştı. Birdenbire yüzünde bir soğukluk duydu. Sonra hızlı geriye dönerek bağırdı:

- Çalık!

Sert bir sesle cevap verdi:

- Buyur!
- Toplan borusunu çal!

Fakat Çalık daha boruyu dudaklarına götürmeden ışıklı gece birdenbire karardı. Ay
görünmez oldu. Bir boradır koptu. Yıldırımlar ortalığı inletmeğe, yağmur bardaktan boşanırcasına yağmağa başladı. Çalık’ın, keskin borusu öterken çeriler yıldırım hızı ile fırlıyarak atlarına koşutsular. Yüzbaşı bir sıçrayışla atına atladı. “Ardımdan gelin. Tez davranın!” diye haykırdı. Korkunç yıldırımlar sağda solda çatlarken, dolu yüzlerini acıtırken yüz atlı karşıki dağa doğru dolu dizgin at sürdüler. Yüzbaşı, karşı yatan dağın eteklerindeki sığınaklara erişmek istiyor, atlılar ardı sıra yarışıyordu. Fakat bu yarışma uzun sürmedi. Rüzgar kendilerine doğru yaman bir uğultu ile esiyor, atların ve erlerin soluğunu tıkıyordu. Yüzbaşı durmadan, olduğu yerde atını şahlandırarak yüz geri etti: “Geri dön! Dört nala!” diye bağırdı. Atlar kamçılandı. Atlılar şimdi öncekinin tam aksine koşuyorlardı. Fakat rüzgar karmakarışık esiyor, gidilecek yolu şaşırtıyordu. Atlar kesiliyordu. İliklerine kadar ıslanmışlardı. O güzel çayırlık batak olmuş, atların yolunu kesiyordu.

Şimdi, yarım günde geldikleri yere doğru kaçıyorlardı. Dayanaklı atları ile oraya pek çabuk varabilirlerdi. Fakat rüzgar onları yoruyor, karanlık ve yağmur, yollarını şaşırtıyordu. Böylece bir iki saat koştular.

Yağmur kuduruyor, rüzgar deliriyordu. Artık atlar da, erlere kulak asmaz olmuştu. Bir aralık yolları bir inişe geldi.. karanlıkta bu inişe saldırdılar. Burası ağaçlık bir yerdi. Buraya gelmek onlar için çok kötü oldu. Yağmurlar bu inişte sert akan bir dere yapmışlardı. Yıldırımlar ise ağaçlığı kasıp kavuruyordu. Korkunç takırtılarla düşen iki yıldırım bütün atları çileden çıkardı. Kişniyerek dereye atıldılar. Çalığ’ı üzerinden atan at deli gibi boşluğa doğru koşarken üzerine düşen bir yıldırımla yanıverdi. Çalık talihli çıkmıştı. Birkaç atlı dereye kapılmışlar, bağrıyorlardı. Kimse kimseye yardım edecek halde değildi. Atından düşmemiş bir Işbara Alp kalmıştı. Atsız kalan erler ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Kimi atını tutmaya savaşıyor, kimi sığınacak bir yer bulmaya çabalıyordu. Bir onbaşı kılıcını çekmiş kendi buyruğundaki erleri düzene koymaya çalışıyordu. Yıldırımlar sıklaşmıştı. Yüzbaşı bir an durdu: “Türk Tanrısı bizden yüz mü çevirdi?” diye düşündü sonra sert, gür sesiyle şöyle haykırdı:

- “Hepiniz buraya gelin,yanımda toplanın!” Erler bu buyruğa baş eğerek toplandılar. Işbara Alp bağırdı: “Tanrı ya bizden yüz çevirdi, yahut kılıçlarımızı keskinleştirmek istiyor. Tez olun. Kılıçlarınızı çıkarıp şuraya yoğın!”…

Ortalığı bir an, kılıç şakırtısı bürüdü. Çeriler kılıçlarını üst üste yere fırlattılar.Yüzbaşı
da en üste kendi kılıcını attıktan sonra “Ardımdan gelin!” diye bağırdı. Çerileri biraz ilerde, ağaçlıktan uzaktaki kayaların yanına getirdi. Artık geri dönmenin de imkanı kalmamıştı. Sular yukardan inip aşağıdaki dereye karışıyor, dere de boyuna kabarıyordu. Işbara Alp bağırdı:

- Kayalara sıkı yapışın. Dayanan kurtulur. Gücü kalmıyanı sular alıp götürür!

Çeriler dizlerine yaklaşan suyun içinde kayaların çıkıntılı, sivri yerlerine tutundular. Sular yükseliyor, yıldırımlar biraz ilerdeki kılıç yığının üstüne düşüyordu. Onbaşı Yamtar, tutunduğu kayanın yukarıya doğru sivri ve ince olduğunu görünce tek eliyle hemen kemerini çıkardı. Yanındaki iki çeriye buyurdu.

- Daha bütün gücümüz tükenmemiştir. Beni sıkı tutup şu kayışımı kayanın sivriliğine bağlamama yardım ederseniz üçümüzde kurtuluruz. Daha birkaç kişi de kurtulur. Sıkı tutamazsanız üçümüz birden suya kapılır, gideriz. Haydi bakalım sen suya sırtını verip yaslan bizi koru, sen de beni tut, sulara kapılmadan şu kayışı düğümleyim!


Onbaşı Yamtar, kemerini ortasından iyice düğümledi. Sarkan iki ucunu aşağıya uzattı. Bu uçlardan birini kendisi tuttu. Birine de diğer çerilerden biri yapıştı. Öteki çeri onbaşıya asılmıştı. Su bellerine yaklaşıyordu. Artık yıldırımlara aldıran yoktu. Güçleri kesiliyordu. Soluyorlar, ellerini kayalara sıkıca kenetliyerek sulara kapılmamaya uğraşıyorlardı.

Işbara Alp hala atının üstünde idi. Yayının kirişini kayanın sivriliğine takmış, demirini de eliyle tutuyor, böylece sulara karşı kendini de , atını da koruyordu. Onbaşı Yamtar şimdi kayaya ilmiklediği kemerine daha sıkı sarılmaya mecburdu. Çünkü artık onbaşıya asılan çeri tek değildi. Bunlar birbirine sarılarak uzayan belki yirmi kişi olmuşlardı. Fakat Yamtar itiraz etmiyor, irkilmiyor, yalnız kemere daha sıkı sarılmaya uğraşıyordu. Bu ara yıldırımdan daha keskin, gök gürültüsünden daha güçlü bir ses yükseldi.

- Kurt Kaya, elini çöz!..

Ve ondan sonra ortalığı gene yıldırımların sesi bürüdü. Işbara Alp tam zamanında
gürlemişti. Herkesten daha yukarı tutunan yüzbaşı çakınların(Şimşek) zaman zaan ışımaları arasında Yamtar2ın bütün yaptıklarını görmüş, sonra da birbirine tutunarak uzıyan bu insan zincirini hiç seslenmeden gözleriyle kovalamıştı. Gönlü daima Tanrının kendilerinden niçin yüz çevirdiğini aramakla uğraşıyordu. İşte durmadan Çin’e akıyorlar, yağıdan bir an uzak kalmıyorlar, kılıçlarının kında uyuduğu, yayların gerilmediği, okların sadaklardan çıkmadığı bir tek gün geçirmiyorlardı. Fakat Tanrı gene niçin kızmıştı? Yüzbaşı bir yandan bunu düşünüyor, bir yandan da Yamtar’ı gözlüyordu. Birden parlıyan bir çakının kısa ışığında sivri kayanın bu bir alay çeriye güç dayanan eski kayışı her an artan bir çabuklukla kemirip eğelediğini gördü. Ne yapacağını bir çakın hızıyla kararlaştırdı ve haykırdı: “Kurt Kaya elini çöz!.. Kurt Kaya Yamtar’ın ardına yapışan erlerin arkadan onuncusuydu. Yüzbaşının buyruğunu alınca bir an tereddüt etmedi ve kara, azgın sular bu on eri bir anda yuttu. Yüzbaşının ikinci defa gürliyen sesi Yamtar’a tehlikeyi bildirdi:

- Yamtar; tek dur, kayış kopacak…

Genç onbaşı biraz daha gayret etti. Kendini arkasındaki bütün ağırlığa rağmen insan
gücünün son gayretiyle ileriye almaya muvaffak oldu. Diğer eliyle de kayanın bir çıkıntısını yakaladı. Şimdi daha fazla emniyette idiler. Yukarıdan aşağı akan sular hızını saklamakla beraber yağmur dinmiş, rüzgar kesilmişti. Her biri, bir yere ilişen çeriler birer birer toplanmaya başlamışlardı. Üzerlerine yapışan sırılsıklam giyimleri altında her biri biraz daha uzun görünüyordu. Işıyan günün altında yüzbaşının buyruklarını yapmak için öteye beriye koşuyor, yardım gereken arkadaşlarına el uzatıyorlardı. Kargaşalık daha bir müddet sürdü. Gün yerden bir ok boyu yükseldiği zaman her şeyi sükûna kavuşmuş buldu.
Yüzbaşı Işbara Alp işlerin yoluna girdiğini görünce çerilerine bağırdı: “Haydi, kılıç yığınına varın. Herkes öz kılıcını bulsun!” Çeriler davrandılar. Yıldırım, kılıçların bazılarını parçalamıştı. Işbara Alp’ın kılıcı en üstte, eskisinden daha parlak, daha keskin duruyordu. Atlarını yitirmiş olanlar arıyorlar, hayvanları adlarıyla, ıslıklarla çağırıyorlardı. Uzaktan kişnemeler işitiliyor, ölmiyen atlar birer ikişer ortaya çıkıyorlardı. Bazılarının atları dönmüyor, bazen gelen atların da atlıları artık yaşamıyordu. Işbara Alp kılıcına bakıyor, yıldırımlarla eskisinden daha çok keskinleşen kılıcını Tanrının kendisini yargılaması diye algılıyordu. Fakat bu fırtına, bu dolu?.. Bu sular, bu ölen çeriler?... Tanrı hem yargılıyor, hem de kızıyor muydu?

Yüzbaşı, kaç kişinin öldüğünü anlamak isteyince onbaşılara bağırdı:
- Onbaşılar! Hepiniz kendi çerilerinizi sayın!

Onbaşılar kendi çerilerinde toplanan erleri saymaya başladılar. Işbara Alp birer birer sordu:

- Onbaşı Yamtar!
- Buyur.
- Erlerin tamam mı?
- Bir eksik var…
- Onbaşı Sülemiş!
- Buyur.
- Erlerin tamam mı?
- Bir eksik var…
- Onbaşı Sançar!
- Buyur.
- Erlerin tamam mı?
- Bir eksik var.
- Onbaşı Pars!
- Buyur.
- Erlerin tamam mı?
- Tamam
- Onbaşı Gök Börü!
- Buyur.
- Erlerin tamam mı?
- Tamam
- Onbaşı Arık Buka!
- Buyur.
- Erlerin tamam mı?
- Beş eksik var.
- Onbaşı Buğra!

Yüzbaşı Işbara Alp, bu soruya cevap alamadı. Yeniden bağırdı:

- Onbaşı Buğra!

Tok bir ses cevap verdi:

- Onbaşı Buğra uçmağa varmıştır.
- Erleri tamam mı?
- Tamamdır.
- Onbaşı Kara Budak!
- Buyur.
- Erlerin tamam mı?
- Üç eksik var.
- Onbaşı Üç Oğul!
- Buyur.
- Erlerin tamam mı?
- Bir eksik var.

Işbara Alp, onbaşılara eksikleri sorarken elindeki bir çeteleye bıçağı ile eksikleri çiziyordu. Sorgu bitince hepsini saydı. On üç er ve Onbaşı Buğra ölmüşlerdi.

Güneş ortalığı ısıtıyordu. Gökte koyun tüyüne benziyen ak bulutlar vardı. Geceleyin sırılsıklam olup üşüyen çeriler, şimdi yavaş yavaş kuruyup ısınıyorlardı. Daha biraz öncei atlıların toplandığı inişte göğüslere kadar yükselen su, önüne geleni aparan, Gök Türk ordusunun on dört yiğitini yutan su şimdi neredeydi? Türk ellerinin, her şeyi bağrında eriten toprağı, yüzyıllarca durmadan kanla beslenen bozkırlarının toprağı sanki bu suları bir anda içmişti. Topraktan ince bir buğu yükseliyor, yükseklerde iri kuşlar uçuyordu.

Işbara Alp yeni bir buyrukla çerilerini dün gece konakladıkları yere doğru götürmeğe başladı. Daha düzlüğe yeni çıkmışlardı ki karşıdan bir atlının kendilerine doğru dolu dizgin geldiğini gördüler. Kır bir ata binmiş olan bir çeri otuz adım önlerinde durarak bağırdı:

- Yüzbaşı Işbara Alp kimdir?

Işbara Alp at sürüp cevap verdi:

- Benim! Sen kimsin? Ne istiyorsun?

Atlı yere atlıyarak diz yere vurup yüzbaşıyı selamladı:

- Ben Bağatur Şad’ın at uşağıyım. Bağatur Şad, tez kendi ordusuna dönmenizi buyurdu. Çin’e akın yapılmıyacak. Çuluk Kağan ağulanıp uçmağa varmıştır.

Atlı bir sıçrayışta atına bindi. Dumanlı bozkırda atını yıldırım gibi sürmeğe başladı. Bozkırda atlının uzaklaşan nal seslerinden başka bir şey işitilmiyordu. Işbara Alp’ın erleri arasında bir ölüm sessizliği vardı. Donmuş kalmışlardı. Kimse bir söz söylemiyor, soluk almaktan çekiniyorlardı. Işbara Alp başını göğe kaldırdı. Dün geceki uğursuz bulutu aradı. Boşa attığı oku düşündü. Geceki borayı, fırtınayı, doluyu göz önünden geçirdi: “Tanrı Ulu Kağanımızı alarak bizden yüz çevirdi” dedi. Sonra sararmış, fakat sessiz, kendisine bakan çerilerine buyruk verdi:

- Ardımdan tez gelin! Erken varmalıyız!

Sonsuz bozkırda 86 atlı uçuyordu. Çuluk Kağan’ın inisi (Küçük erkek kardeş) Bağatur Şad’ın buyruğu altında olan Yüzbaşı Alp onun ordusuna gidiyordu. Dakikalar geçtikçe atların hızı artıyor, kaşlar çatılıyordu. Atların yeleleri, çerilerin uzun kumral saçları havada dalgalanıyordu.

S.2

Dört yana salınan uluklarla bütün çeriler Bağatur Şad’ın ordusunda toplanmışlardı. Artık geriye dönülüyordu. Çuluk Kağan’ın öz ordusuna, oradan da yurda göç olacaktı. Yirmi bin atlı kuzeye doğru ağır ağır gidiyorlardı. Yüzbaşı Işabara Alp 85 çerisiyle birlikte bu kümenin ortalarında bulunuyordu. Bütün ordunun ağzını bıçak açmıyordu. Çünkü Çuluk Kağan’ın İ-çing Katun tarafından ağulanarak öldüğünü öğrenmişlerdi.

Onbaşı Yamtar’la Onbaşı Pasr dizinin arkasında idiler. Yavaş sesle konuşuyorlardı. Pars diyordu ki:

- Çinli Katun’un yaptığını gördün mü? Çin2in altını üstüne getireceğimizi anlayınca Kağan’ı ağuladı.

Yamtar şöyle cevap veriyordu:

- Anlıyamıyorum. Bu Katun kendi ailesinin gene Çin’de Kağan olmasını istemiyor mu? Çuluk Kağan Çinlileri tepeliyerek onun istediğini yapacaktı. Öyleyse neden Kağan’ı ağuladı? Bana kalırsa başka sebepler olsa gerek

- Başka sebep ne olabilir ki?
- Ne olacağını bilmem. Elbette bu kadın sorguya çekilecek. O zaman sebebin ne olduğunu biz de öğreneceğiz.
- Bu kadının ölmesi gerek. Elbette yay kirişle onun soluğunu tıkıyacaklardır.
- Kağan’ı ağulayan kim olursa olsun yay kirişle öldürülemez. Onun kılıçla başını uçurmalı, yahut okla göğsünü delmeli.
- Bağatur Şad’ın otağına bakan Çinli uşakları gördün mü? Belli etmek istemiyorlar ama içleri içlerine sığmıyor.
- Bağatur Şad, ağası Çuluk Kağan’ı ağulıyan bu karıyı sağ bırakmaz.
- Zaten bu Çinli karılar hep kısır oluyorlar. En soylusu beş tane doğurabiliyor. İnekler buzağılar. Kısraklar tay doğurur Kancık itten yavru çıkar. Çinlinin dişisi ise hiç işe yaramaz. Üstelik Kağan’ımızı ağular.
- İşe yaramıyan yalnız dişisi mi? Erkeği ne işe yarar?
- Erkeği hiç olmazsa tarla sürüp kumaş dokuyor. Biz akın edince yağma için bize mal hazırlıyor.

Sular kararırken ordu konakladı. Yaz olduğu için çadırlar yoktu. Bir gece önceki fırtına pahalıya oturmuştu ama artık onun bir daha gelmiyeceğini biliyorlardı. Tanrı Çuluk Kağan’ı alarak kızgınlığını gidermişti. Bu gece ortalık güzeldi. Serin rüzgar esiyor, gökte ince bulutlar geziyor, yandaki ormandan sesler geliyordu. Bu gece atlar tımar edilmiyor, pusatlar bilenmiyordu. Bu gece kımızlar içilmiyor, kızarmış etler, kurutlar yenilmiyordu. Bu gece her şey içinden pazarlıklı idi. Bu gece buyruklar sert verilmiyor, sözler keskin konuşulmuyordu.

Gece buçuğundan sonra ay battı. Karangu (çok karanlık) ortalığa çöktü. Gönüllere de karanlık indi. Çerilerin azı uyuyor, çoğu düşünüyordu. Bir Türk’ün ne düşündüğü yüzünden bilinmez ki. Birden bire bir ses uyuklıyan, düşünen çerileri dalgınlıktan uyandırdı. Bu bir kopuzun sesiydi. Otlara uzanmış olanlar doğruldular, oturmakta olanlar ayağa kalktı. Ses büyüyordu. Çeriler birer ikişer sese doğru yürür oldular. Onbaşı Pars, Onbaşı Yamtar’a bakarak:

- Kara Ozan olacak, gene coştu, dedi. Yamtar karşılık verdi:
- Coştu. Bizi de coşturacak!

İki onbaşı ağır adımlarla yürüdüler. Karanlıkta birbirlerini tanımıyan birçok çeriler sese doğru gidiyorlardı. Bunların arasında onbaşılar, yüzbaşılar da vardı. Hattâ bunların arasında binbaşılar, tümenbaşılar da vardı. Bunların arasında Tarkanlar, buyruklar, tiginler de vardı. Hattâ Bağatur Şad da bunların arasında idi. Sesi duyan kalkıyor, yürüyordu.

Kara Ozan yere bağdaş kurmuş, kopuzunu söyletiyordu. Çevresinde bir yığının toplanmakta olduğunu sezmiyecek kadar dalmıştı. Karşısında çok genç bir çeri oturmuş, Kara Ozan’a bakıyordu. Kara Ozan önce çaldı, sonra da coştu, söylemeğe başladı. Söylüyor ve çalıyordu. Çevresinde çıt çıkmıyordu. Bu yüzlerce çerinin, beğlerin yüreği sanki Kara Ozan’ın kopuzundaki tellerde titriyordu. Kara Ozan’ın parlak sesi bir çığ gibi bozkıra ve gönüllere iniyordu. Kara Ozan deyiş söylüyordu:

Çuluk Kağan öldü mü?
Türkler başsız kaldı mı?
Korkak Çinli güldü mü?
Parçalanır yürekler!

Kim bize kurdu tuzak?
Tanrı Türklerden uzak!
Kağandır yurda bezek,
Parçalanır yürekler!

Çuluk Kağan yiğitti,
Şimdi uçmağa gitti.
Bunu bize kim etti?
Parçalanır yürekler!

Yıldızımız sönmüştür,
Yağılar sevinmiştir,
Kağan ağulanmıştır,
Parçalanır yürekler!

Ordu, Kara Ozan’ın deyişindeki ezgiyi kavramıştı. Dörtlüklerin sonunu hep birden gür sesle söylüyorlar, ağlıyorlardı. Bu her biri kanlı savaş günleri görmüş, ölümden birkaç yol yakayı sıyırmış savaş erleri, 15 yaşındaki çocuklardan 60 yaşındaki kocalara kadar bu binlerce kişi, titrek seslerle:

- Parçalanır yürekler!...

Diye inledikçe binlerce Bozkurt uluyormuş gibi bozkır inliyor, karşıki ormanın içindeki Bozkurtlar bu soydaşlara kendi sesleriyle cevap veriyorlardı. Kara Ozan söylüyordu:

Şimdi bunludur budun,
Kağan bizi tek kodun,
Bunu sen ettin Katun!
Parçalanır yürekler.

Katun, seni asmalı,
Öz yurdunu basmalı,
Yüz bin Çinli kesmeli,
Parçalanır yürekler.

Şimdi gönül sayrıdır,
Kağanından ayrıdır,
Çinli Katun eğridir,
Parçalanır yürekler.

Sayrıya em var deme,
Yaramız gelmez eme,
Kara Ozan inleme,
Parçalanır yürekler…

Kara Ozan kopuz çalıp ezgisini okurken birdenbire karanlıkta bir ses haykırdı:

- Ozan kes! Gönülleri dağlıyorsun!...

Herkes sağa sola dönerek haykıranın kim olduğunu anlamak istedi. Karanlıkta bir şey görünmüyordu ki… O zaman Kara Ozan, dört yanında çevrelenen yığının farkına vardı. Ağır ağır kalktı. Yığının arasına karışarak kayboldu.

Tan atıyordu. Bozkır ağarırken gönüllerdeki karanlığı da alıyor gibi idi. Bağatur Şad, bütün gece uyumamıştı. Çinli uşakları da uyumamak mecburiyetinde kalmışlardı. Bu uşaklardan ikisi bir kıyıya çekilmişler, Çince konuşuyorlardı. Birisi:

- Çuluk Kağan’nın ağulandığı iyi oldu. Yoksa Çin’i altüst edecekti… diyor Öteki:
- Şu İ-çing Katun’un heykelini yapıp tapıncaklara koymalı… diye karşılık veriyordu.

Sonra yeni Kağan’ın kim olacağını münakaşaya başladılar. Biri dedi ki:

- Çuluk Kağan’ın oğulları iki tanedir: Yaşar Şad’la Şu Tigin. Şu Tigin, daha on sekiz yaşında, çocuk sayılır. Yaşar Şadi yirmi iki yaşındadır ama benzi sarı, arık, donuk bir kişidir. Tabii büyük oğul olduğu için o Kağan olacak. O Kağan olunca da Çin’e gün doğacak. Çünkü o, savaşacak erlerden değildir.

Çinli uşaklar böyle gevezelik ederken biraz beride kendilerini dinliyen birisi olduğu sezmemişlerdi. Dinlemek için oraya uzanmış olduğu anlaşılan bu çerinin alaca karanlıkta kim olduğu belli olmuyordu. Çinlileri dinlerken bir aralık doğrulup kılıcına davranacak oldu. Sonra bundan vazgeçmiş olmalı ki yavaşça oradan çekildi. Çinliler hâlâ konuşuyorlardı.

Bu sırada uzaktan iki atlı yavaşça yaklaştılar. İki yüz adım ilerde durdular. Biri eliyle ötekine Çinlileri gösterdi. Karanlıkta iki yüz adım uzaktan bu iki Çinli ancak birer yuvarlak gibi görünüyordu. İkinci atlı sadağından iki ok çekti. İnanılmaz bir çabuklukla ikisini de atarak iki Çinliyi devirdi. Sonra iki atlı uzaklaştılar. Bu işler o denlü çabul olmuştu ki, kimse görmemişti.

Ortalık ışıyınca ölü Çinlileri buldular. Bağatur Şad, at uşaklarından ikisinin öldürüldüğünü görünce kaşlarını çattı. Toplan borusu çalmış, Bağatur Şad’ın tuğu kalkmış, Şad ata binmişti. Çıkarttığı ulaklar iki at uşağını öldüreni gören olup olmadığını haykırarak soruyorlardı. Birkaç dakikada 20,000 kişi Bağatur Şad’ın iki at uşağının öldürüldüğünü öğrenmişti. Ulaklar bağırıp yerlerine dönünce Işbara Alp atını dört nala sürerek BAğatur Şad’ın önüne geldi. Atından atlayıp diz yere vurarak selamladı. Bağatur Şad sordu:

- Yüzbaşı Işbara Alp! İki at uşağını kim öldürdü biliyor musun?
- Biliyorum Şad.
- De bakalım kimdir?
- Ben!

Bağatur Şad’ın yüzü değişti.

- Bunu niçin yaptın?

Işbara Alp ağır, tok ve soğuk konuşuyordu:

- Çuluk Kağan öldü diye seviniyorlardı.

Bağatur Şad başını eğdi. Biraz düşündü. Sonra Işbara Alp’a sordu:

- Sevindiklerini nereden anladın? Sen Çin dili bilir misin?
- Çin dili bilmem. At uşağı Çalık bilir. Çin’de üç yıl tutsak kalıp öğrenmiştir. Konuştuklarını bana o deyiverdi.
- Işbara Alp! Bunun sonu nedir bilir misin?
- Çuluk Kağan’a sövenleri yok ettiğim için binbaşı olmak. Senin adamlarını öldürdüğüm için birkaç sopa yemektir.

Bağatur Şad’la Işbara Alp’ın konuşmasını dinliyenler bu ikisine öyle bir dalmışlardı ki çok genç bir atlının yavaş yavaş yaklaşıp bu konuşmaları pek yakından özenerek dinlediğini görmüyorlardı. Bağatur Şad gene söyledi.

Dedi ki:

- Işbara Alp! Yanılıyorsun. Çinli at uşaklarını bana sormadan öldürmek için sana buyruk veren oldu mu?

Işbara Alp bu sorguya karşılık vermeden, yavaş yavaş oraya sokulup konuşmaları dinliyen genç atlı söze karıştı:

- Belki olmuştur Bağatur Şad!

Bağatur Şad, Işbara Alp, beğler ve çeriler başlarını çevirdiler. Bu sözleri söyliyen, Çuluk Kağan’ın küçük oğlu Şu Tigin’di. Orada hemen bir canlanma oldu. Beğler ve çeriler Tigin’i diz vurarak selamladılar. Bağatur Şad atından inerek Tigin’e doğru yürüdü. O da bir sıçrayışta atından inerek Şad’a doğru ilerledi. Bağatur Şad gülümsiyerek:

- Hoş geldin yiğenim! Dedi.

Herkes Işbara Alp’a Çinlileri öldürmek buyruğunu verenin Şu Tigin olduğunu sanmıştı. Çuluk Kağan’ın ordusundan Bağatur Şad’a gelen Şu Tigin önce etrafına bakındı. Işbara Alp’ı süzdü, beğlere baktı. Bir ara gözleri Bağatur Şad’ın Çinli uşaklarına değdi. Bakışları sertti. Daha on sekiz yaşında olduğu halde iri yarı, güçlü, yaman bir yiğitti. Sonra Bağatur Şad’a yöneldi..

- Şad, kutlu olsun. Kurultay seni seçti, Kağan oldun, dedi.

Bu söz ortaya yıldırım gibi düştü. Sevindiler mi, yerindiler mi, şaşırdılar mı belli değildi. Bağatur Şad’ın yüzü birden ciddileşti. Yanındakilerden birkaçı belli belirsiz gülümser gibi oldu. Şu Tigin ile Işbara Alp birbirlerin gönüllerini gözlerinden okumak ister gibi göz göze gelmişler bakışıyorlardı. Sonra Şu Tigin’in buyruğu ortalığı kımıldattı:

- Davullar çalsın, Bağatur Şad, Kağan olmuştur!

Bu sözler ağızdan ağza yenilenerek bütün orduya yayıldı. Birkaç dakikada yirmi bin atlı Bağatur Şad’ın kağan seçildiğini öğrenmişlerdi.

S.3

On gün sonra Ötüken’de Bağatur Şad’ın kağanlığı kutlanıyordu. Bağatur Şad artık Kara Kağan adını almıştı. Yüce otağı bezenmiş, süslü bir taht kurulmuştu. Davullar çalınıyor, borular ötüyor, kımızlar sunuluyordu. Kara Kağan’ın derme otağı o kadar büyüktü ki, içine yüzlerce kişi alabilirdi. Kağan tahtın üstünde kutlu yön olan solda oturmuştu. Sağında bir katun oturuyordu. Tahtın biraz aşağısında solda, sağda şadlar, tiginler, buyruklar, tarkanlar duruyordu. Daha uzakta alplar, binbaşılar, yüzbaşılar, onbaşılar sıralanıyor, uşaklar durmadan kımız taşıyordu.

Çuluk Kağan’ın büyük oğlu olan Yaşar Şad’a Kara Kağan tarafından Tulu Han adı verilmişti. Şu Tigin’e de Kür Şad denilmişti. Bununla beraber Tulu Han’ın solgun yüzünde sonsuz bir iç sıkıntısının izleri vardı. Çünkü eçisi (amcası) Kara Kağan’ın yanında oturan Katun, babası Çuluk Kağan’ı ağulıyan, kendi üvey anası İ-çing Katun’du. Kara Kağan, kardeşini ağulıyan bu kadını sorguya çekeceğine, kimsenin anlıyamadığı bir sebeple onunla evlenmişti.

Otağın oldukça uzağında, Onbaşı Yamtar kimbilir kaçıncı kımızı içerken yanına Onbaşı Pars yaklaştı:

- Yamtar, bu işlere ne dersin? Dedi.

Yamtar cevap verdi:

- Bende sana onu soracaktım. Sen ne dersin?
- Kurultay, Yaşar Tigin’i arıktır (Sıska) diye Kağan seçmemiş. Beğler Yaşar Tigin’in usunu da beğenmiyorlarmış.
- Bunu anladık ama Kara Kağan ne diye ağasını ağulıyan katunla evlendi.
- Benim işittiğime göre Türk türesince ağa ölünce karısını ini alır diye.
- Türk türesince Kağan’ı ağulıyan cezasız bırakılır mı?

Onbaşıların sözü burada kesildi. Çinli bir uşak kımız sunuyordu. Yamtar, Çinliye yukarıdan aşağı bir baktıktan sonra:

- Ulan Çinli! Sakın şu sunduğun kımızda da ağu olmasın? dedi. Sonra kendisine yılık yılık bakan Çinliye boşalttığı çamçağı geri verirken ilave etti. “Yirmi çamçak içtim. Yirmi defa ölmem gerek. Bir yol ölmeğe benzemez!..

Çinli uşak çekilip gitti. Pars, Yamtar’ı dürterek yavaşça dedi:

- “Bak bak! İyi bak!. Çuluk Kağan’ın oğulları Katun’a nasıl sert bakıyorlar!” Yamtar başını otağa çevirdi.
- Kara Kağan usluluk etti. Çuluk Kağan’ın büyük oğlu Yaşar Tigin’i Tulu Han yaptı. Onu da doğuda Tunguzlarla Tatarların üstüne Han gönderecek.
- Böylelikle onu başından mı savmak istiyor?
- Kim bilir.
- Ya küçük oğlu?
- O daha küçüktür. Hem Kağan onun da gönlünü aldı. Onu Kür Şad yaptı.
- Peki bizim Yüzbaşı neden bunlu?
- İyi bilmiyorum ama dün yeni bir kızı doğdu. Yüzbaşının şimdiye dek dört çocuğu oldu, hepsi kız. Belki bundan bunludur.

Yamtar’ın bu sözleri üzerine Onbaşı Pars birden bire durgunlaştı, sustu.

Yeni Kağan’ın otağı önünde toplanan bu binlerce kişi bol bol kımız içip esridikleri (şarhoş olmak) halde büyük bir sessizlik içinde idiler. Kağan’dan en uzakta olanlar bile yavaş sesle konuşuyorlardı. Yalnız davulların, boruların, zillerin sesleri Ötüken’i dolduruyordu. Gün kararıncaya değin eğlenti yapılacaktı. Bugün güreşçiler güreşecek, bahadırlar dövüşecek, nişancılar ok atacak, biniciler yarışacaktı.

Kağan’ın işareti üzerine davullar, borular durdu. Kağan solundaki beğlere dönerek, Tunga Tigin’e şöyle dedi:

- Tunga Tigin! Bugün sen kılıç oyunu yapacaksın! Bakalım senden özge bahadırlar var mı? Bu alpların içinde sana denk bir er çıkarsa onu yüceltirim. Hepsini yenersen sana kendi elimle seçeceğim en iyi atlarımdan dokuzunu vereceğim.

Tunga Tigin, yere diz vurup “Buyruk Kağanındır” dedi. Kara Kağan, bu sefer karşıya baktı. Gülümsedi. Haykırdı:

- Ötüken’in yenilmez yiğidi, Bozkurt ailesinin kolu bükülmez bahadırı, Gök Türkler’in yüce beği Tunga Tigin’le boy ölçüşmek istiyen varsa beri gelsin!

Bir an ortalıkta çıt çıkmadı. Tunga Tigin’e kıyışamadıkları belli idi. Sonra dört kişi çıkarak Kağan’a doğru yürüdüler. Otağa yaklaşınca diz yere vurup kendilerini tanıttılar.

- Ben Çuluk Kağan’ın savaşta yoldaşı, bilgide eşi Apa Tarkan’ım!
- Ben kılıcı çakından keskin, svaşta yağıya baskın ağaç söken Kül Çur’um!
- Ben, kırk defa Çin’e akın etmiş, üç kardeşi savaşta, dört eçisi uğraşta, ataları dövüşte, dedeleri kırışta ölmüş Binbaşı Makaraç Alp’ım!
- Ben yüzbaşı Işbara Alp’ım!

İ-çing Katun, Işbara alp’ın kendisini pek kısa tanıttığını görünce Kara Kağan’a eğildi: “Bu Alp niçin kendini daha uzun tanıtmıyor?” diye sordu. Kağan Işbara alp’a döndü:

- “Yüce Katun, senin de öteki erler gibi kendini uzun tanıtmanı istiyor” dedi.

Işbara Alp yere diz vurup kalktı. Sonra Katun’a dönerek kendini şöyle tanıttı:

- Ben, attığı ok şaşmıyan, attan yere düşmiyen, Çin’e akın ettikte on tümen mal taşıyan, Çuluk Kağan öldü diye sevinen iki Çinliyi iki okte deviren Yüzbaşı Işbara Alp’ım!

Bu sözler yıldırım gibi indi. Kür Şad ve Tulu Han Katun’a baktılar. Katun kızarmış, dudaklarını ısırıyor, kendisini tutmağa çalışıyordu. Kara Kağan’ın yüzünde hiçbir değişiklik yoktu. Tunga Tigin’e döndü: “Bu erlerin hangisi ile boy ölçüşmek istersin?” diye sordu. Tunga Tigin baş eğip diz vurdu. “Buyruk senindir” dedi. Kara Kağan keskin bakışlarını dört erin üzerinde gezdirdi. Ortalık soluk almıyordu. Ağır ağır şöyle söyledi:

- Tunga Tigin Işabara Alp’la vuruşacaksın!..
Aynı zamanda uzakta Onbaşı Pars, Onbaşı Yamtar’ın omzuna el atıp:

- Korkarım bizim yüzbaşıya bir iş olmasın, dedi.

Tunga Tigin, ilerleyip Işbara Alp’ın karşısına durdu. Üstünde yeni güzel bir zırh göğüslük vardı. Tulgasında gümüşten bir ay parlıyordu. Işbara Alp’tan daha uzun, daha iri idi. Çekik yeşil gözleri tatlı sert bakıyordu. Kağan “Hazır mısınız?” diye sordu. Sonra üç defa el çırptı. Birbirinden on adım uzakta bulunan iki yiğit yıldırım gibi kılıç çekerek birbirine saldırdılar. Bütün gözler onlara çevrilmişti. Arkalarda kalanlar atlara binip bakınıyorlardı. İki bahadır büyük bir ustalıkla kılıç kullanıyorlardı. İndirilen kılıçları ya kendi kılıçları ile çeliyorlar ya kalkanla durduruyorlardı.

Ortalıkta kılıç şakırtısından başka bir şey işitilmiyordu. Katun buşkulanmıştı (heyecanlanmak). Işbara Alp’ın yenilmesini hatta ölmesini istiyordu. Tulu Han’la Kür Şad akrabaları olan Tunga Tigin’in kazanmasını istemekle beraber Işbara Alp’ın yenilmesine de bir türlü razı olamıyorlardı. Işbara Alp’ın buyruğundaki onbaşılar göz kırpmadan bu çarpışmaya bakıyorlar, Kağan ise donukluğunu muhafaza ediyordu. Ortada sava hızlanıyor, sertleşiyor, çevik adımlarla sıçrayan iki bahadır Kağan’ın önündeki alanda geri giderek dövüşüyorlardı.

Bir aralık ikisi de birbirine sağlarını dönerek sol elleriyle tuttukları kalkanları geri aldılar ve korkunç fakat o kadar da güzel ve tatlı bir kılıç oyununa koyuldular ki ikisi de bir adım ilerleyip gerilemeden havada kılıç çarpıştırıyordu. Onlar bu yaman inişleri birbirlerinin tulgalarına doğru yapıyorlar, fakat öteki bunu hemen çeldiği için iki yiğit havada kılıç döndürüyormuş gibi oluyordu. Kür Şad, göz kesilmiş, bu oyuna bakıyordu. Bu döğüşe doğrusu doyum olmazdı. Kara Kağan dövüşecek iki yiğiti iyi seçmişti. Birden ikisi de birer adım atarak birbirlerine yaklaştılar. Kılıçları birbirine takılı kalmıştı. Göz göze geldiler. Tunga Tigin:

- “Işbara Alp! Seninle dövüştüğüm için övünürüm” dedi. “Sağ ol Tigin” diye karşılık verdi. Sonra ikisi de birer adım geriye fırlayarak kalkanlarını öne aldılar. Dövüş yine eski hızı ile sürdü. Daha hiç birisinde yorgunluk gözükmüyordu, İ-çing Katun sinirlenmeğe başlamıştı. Kağan’a eğilere:

- “Artık yetişmez mi?” diye sordu, Kağan başını çevirmeden cevap verdi:

- “Böyle güzel vuruşan erleri bu kadar çabuk ayırmak yazık değil mi? İyi bak! Böyle yahşı dövüşü ömründe bir daha göremezsin. Çin’de böyle şeyler yoktur!” Katun sustu.

Başını yine çevirdi. Tam bu sırada Tunga Tigin’in dayanılmaz bir saldırış yaptığı, Işbara Alp’a ardu ardınca üç kılıç savurduğu, Işbara Alp’ın bu kılıçları kalkanıyla karşıladığı fakat kalkanın bu yaman vuruşlara dayanamıyarak ikiye ayrılıp yere düştüğü görüldü. Bir anda Katun’un gözleri parladı. Işbara Alp’ın onbaşıları dudaklarını ısırdılar. Kür Şad’ın gözleri merakla açıldı. Kağan gülümsedi. Işbara Alp hemen karşısındakine sağını dönerek kılıcı siper aldı. Herkes Tunga tigin’in yeni ve son bir saldırışını beklerken onunda kalkanını yere fırlattığını ve “Davran Işbara Alp!” diye bağırdığını gördüler. O demin ki, herkesi bayıltan kılıç oyunu yine başlamıştı. İki yiğit yaman dürtüşler de yapmağa başlamışlardı. Bu sefer artık kılıçlar ara sıra hedefi buluyor fakat tulgalar ve zırhlar buna dayanıyordu. Şimdi Işbara Alp gerilemeğe başlamıştı. Tunga Tigin durmadan saldırıyor, Işbara Alp boyuna korunuyordu. Biri ilerliyor, öbürü geriliyordu. Işbara Alp biraz yorulmuş gibiydi. Çekilen çekile sonunda seyircilerin önüne kadar geldi. Bir adım daha gerilerse yenileceğini anladı. Tunga Tigin’in son saldırışını çeldikten sonra yaman bir saldırış yaptı. Tunga Tigin bundan ancak bir adım geri fırlamakla korunabilmişti. Yüzbaşının ikinci saldırışı daha yaman oldu. Kılıcı dayanılmaz bir inişle Tunga Tigin’in tulgasını bulmuş, tulga bağları koparak yere düşmüştü. Tunga Tigin’in burnundan kan geliyordu. Bunu görünce Katun’un gözleri bulandı. İşte Işbara Alp oyunu kazanıyordu. Bir kılıç vuruşu daha başı açık kalmış olan Tunga Tigin’i öldürebilirdi. Fakat Katun yanıldı. Işbara Alp bir adım geri çekildi. Bir hamlede tulgasını başından çıkarıp yere attı ve “Davran Tunga Tigin!” diye saldırdı. Savaş sanki yeni başlamıştı. Uzun saçları uçuşuyor, yüzlerinde, alınlarında ince çizgiler beliriyor, bu çizgilerden kan sızıyordu.

Kağan’ın Çinli uşaklarından dört tanesi otağın arkasında idiler. Otağın önünde olan kılıç oyununu göremiyorlar, görmek için bir yol arıyorlardı. Bu dört uşaktan biri tutsak bir Çin subayı idi. O hepsinden çok görmeğe istekli bulunuyor, sağa sola gidip geliyordu. Çinlilerden biri arkadaşlarına dedi ki:

- Otağın şuradan eteğini kaldırıp baksak nasıl olur? Önümüz hep düzgün olduğu, dövüşenler yerde savaştığı için görebiliriz.

Bu teklif kabul olundu. Dört Çinli birden yere uzandılar. Bir iki uğraşmadan sonra otağın eteklerinden bir yeri kaldırmışlar, bir iki yüz adım ilerdeki dövüşü görüyorlardı. Eski Çin subayı dövüşenleri tenkit ediyor, yanındakilere öte beri öğretiyordu:

- Boşuna gelmişiz. İkisi de acemi. Hiçbir şey bilmiyorlar. Bu kadar dangalaklık olur mu? Karşısındakinin tulgası düşünce kendi tulgasını da başından çıkarıp attı. Türkler buna yiğitlik derler ama bu düpedüz hımbıllıktır. O kılıç bende olsaydı gösterirdim.

Savaş öyle uzamış, o denlü kızışmıştı ki bütün seyircilerin yürekleri davul gibi vurmağa başlamıştı. Savaşı göremiyenler bin türlü yol arıyorlardı. Birkaç kişi bir kağnı getirip üzerine at çıkarmışlar, kendileri de atın üzerine binmişlerdi. Birkaç kişi bir devenin üstüne çıkmışlar, savaşa bakıyorlardı. At uşağı Çalık ise öteye beriye gidiyor, bir delik bulup kılıç oyununu göremiyordu. Fakat, o bıkıp bezmeden, usanıp yorulmadan koşuyor, gidiyor, geliyor yer arıyordu. Yer ararken otağın arkasına değin sokulduğunu sezmemişti. Oraya varıp da dört kişinin yere yatarak bir yere baktıklarını görünce bunların savaşı seyrettiklerini anladı. Yürüdü. Yatıp bakanların Çinli olduğunu anlamadan o da yattı.

Yaşasın! Otağın kapısı boydan boya açık olduğu için buradan dövüş görünüyordu. Biraz uzakta idiler amma olanları görüyorlardı ya... Çinliler o kadar dalmışlardı ki yanlarına birisi mi geldi, yoksa içlerinden biri yer mi değiştirdi, anlıyamadılar. Dövüş uzayıp gidiyordu. Işbara Alp’ın alnında, Tunga Tigin’in şakağında birer büyücek yara vardı. Öteki ince yaralardan artık hiç birinin beti benzi gözükmüyordu.

Çinlilerden biri eski subaya sordu: “Bu herifler kudurdular mı? Hala dövüşüyorlar!” Çince söylenen bu sözleri işitince Çalığın yüzü bir değişiş değişti ki. Fakat seyrettiği dövüşen tadı onu karşı koymaktan alı koydu. Eski Çin subayı cevap verdi :

- Bu Türkler ussuz kişilerdir. Yaban domuzu gibi dövüşürler amma ustalık yoktur. Ben olsaydım şimdiye dek şu Işbara Alp adındaki şu dangalağı yere sererdim!

Çalık, yılan sokmuş gibi yerden fırladı. Eski Çin subayının beline bir tekme indirerek haykırdı:

- Ulan itoğlu it1 ne dedin, bir daha söyle!

Dört Çinli birden ayağa kalktılar. Çince konuştuklarını anlıyan bu Türk’ün nereden çıktığını anlıyamamışlar, şaşırmışlardı. Çinli, işin sarpa sardığını görünce kurnazlık yapmak istedi:

- Bana bak! Senin bayağı bir çeri olduğun anlaşılıyor. Biz Kara Kağan’ın at uşaklarıyız. Haydi var çekil buradan! Dedi.
- Kara Kağan’ın at uşağı değil, eniştesi olsan gene Çinlisin. Sen Gök Türkler’e nice söver, yüce Işbara Alp için kötü söz söylersin?

Çinli şaşırmıştı. Bununla beraber dört kişi oldukları için pek korkmuyordu. Yalnız gözü Çalığın kılıcına ilişince içi bulandı:

- Kabadayı! Kılıcım var diye güveniyorsun. Benim de kılıcım olsaydı sana bu sözleri söyletmezdim.

Çalık bir davranışta kılıcını kılıç kayışıyla çıkarıp yere attı.:

- Haydi bakalım, bende kılıçsızım, ama kancıklık yok. Ercesine iş pişireceğiz, dedi ve Çinliler saldırdı.

Otağın önünde binlerce gözün gördüğü bir dövüş olurken otağın ardında da Tanrı’dan başka kimsenin görmediği başka bir dövüş başladı. Beş kişi alt alta , üst üste boğuşup dövüşüyorlardı. Çinliler dövüşmek isteğinde değildiler. Fakat işte bu azgın çeri onları zorla dövüşe sürüklemiş, artık ok yaydan çıkmıştı. Çalık, karşısında yalnız eski Çin subayı varmış gibi durmadan onu pataklıyor, öteki üçü de Çalığı yumrukluyordu.

Tunga Tigin’le Işbara Alp artık yorulmuşlardı. Fakat hiç biri yüz döndürmüyordu. İ-çing Katun artık yerinde duramaz olmuştu. Dövüşçülerden çok başkalarına bakıyordu. Bir aralık nedense başını arkaya çevirerek otağın içine göz gezdirdi. Gözleri şaşkınlıkla açıldı. İkide bir gözlerini İ-çing Katun’a Tulu Han onun bu şaşkınlığını görünce o da otağın arkasına baktı. Burada bir şeyler oluyordu. Otağın eteği bir yerinden kaldırılmış, onun üstü ara sıra sallanıyordu. Yakışıksız bir iş oluyor, bunu da İ-çing Katun yaptırıyor diye düşündü. Kür Şad’a eğilerek:

- Otağın ardında yakışıksız bir iş oluyor. Kimseye belli etmeden git, anla dedi. Kür Şad biraz daha durduktan sonra çıktı. Kendisine yol veren seyircilerin arasından geçerek otağın ardına geldi. Burada yakışıksız bir iş değil, yakışıklı bir iş oluyordu: Ağzı burnu kan içinde bir Çinli yuvarlanmış, toparlanmağa uğraşıyor, üç çinli at uşağı da bir çeriyle dövüşüyorlardı. Kür Şad bu dövüşü ötekinden daha seyre değer buldu. Yaklaşırsa dövüşü bırakırlar diye de yaklaşmadı. Çünkü dövüşün sonu da yaklaşıyordu. Çinliler güzel birer kötek yiyorlardı. Bir aralık yere yuvarlanan Çinlilerden birinin gözleri Çalığın kılıcına takıldı. Yılan gibi sürünerek kılıcı aldı. Kınından çıkararak kendileriyle dövüşen Türk çerisinin başına vurmak için kaldırıp yürüdü. Kür Şad bunların hepsini görüyordu. İşe kancıklık karıştığını görünce karışmak çağının geldiğini anladı. Yayına bir ok sürüp gezledi. Çinli kılıcı indirirken oku fırlattı. Ok Çinlinin eline saplanmış, Çinli yaygarayı basmıştı. Bu ok ve Çinlinin bağırması döğüşü durdurdu. Çalık Kür Şad’ı görünce selamladı. Çinliler de onu Türk göreneğince diz yere vurarak selamlamak istediler. Fakat o kadar yorulmuşlardı ve öyle beceriksizdiler ki yere düşer gibi gülünç hareketler yaptılar. Asıl dayağı yiyen Çinli yani eski subay, Kür Şad’a dert yanacak oldu. Kür Şad sözünü kesti.
- Siz erce dövüşmeyi bilmiyorsunuz. Erce dövüş teke tek olur. Haydi diyelim dördünüz bir adama bedel olduğunuz için hep birden geldiniz. Peki kılıçsız bir ere neden kılıç çekiyorsunuz? Görülüyor ki, bu er sizinle savaşmak için kılıcını çıkarmış. Onun çıkardığı kılıcı ona çekerek kancıklık etmek ne gerek?

Sonra Çalığa dönerek sordu:

- Sen kimsin?

Çalık cevap verdi:

- Bana Çalık derler. Yüzbaşı Işbara Alp’ın at uşağıyım.

Kür Şad, Işbara Alp adını işitince geri döndü. Seyrini yarıda bıraktığı dövüşü görmeğe gitti. Çinliler hemen uzaklaşmağa baktılar. Çünkü Çalık kılıcını takmış, dövüşe yeniden hazır bir durum almıştı. Fakat Çalık artık onlara bakmıyor, Kür Şad’ın ardına koyularak dövüşleri seyredecek yer aramağa gidiyordu. Kür Şad eski yerine gelince Tulu Han’a kısaca olanı biteni anlattı. Sonra Kara Kağan’ın önünde diz yere vurarak şöyle dedi:

- Kağan! Bu iki er denktir. Buyruk ver ayrılsınlar. Yoksa öteki oyunları yapamıyacağız.

Kağan gözlerini dövüşçülere dikerek cevap verdi:

- Doğru söylüyorsun Kür Şad, onları ayır!

Kür Şad kılıcını çekerek ikisinin arasına girdi.Kılıcıyla kılıçlarını ayırarak:

- Kağan buyurdu. “Savaş bitmiştir. Denksiniz”. Dedi.

İki er Kağan’ ı selamladılar. Kağan Işbara Alp’ a baktı:

- Işbara Alp! Gök Türkler’in yenilmez bahadırı Tunga Tigin’le denk kaldın. Seni Binbaşı yapıyorum. Dedi. Ortalıkta çıt çıkmıyordu. Bu sözler üzerine Işbara Alp’ın onbaşıları gülümsediler.

Kür Şad sevinçliydi. Çünkü Işbara Alp uzaktan akrabaları idi. Şimdi güreşler başlıyordu. Gür sesli ulak bağırdı:

- Güreşecek sayılı erler kimler gelsinler!

Sekiz yerden sekiz er birden çıkarak otağa doğru yürüdüler. Kağanı selamlayıp kendilerini tanıttılar.

- Ben Ötüken’in buğrası, katı demir bilekli, kara aslan yürekli, sırtına yer değmiyen, kimseye baş eğmiyen İnal Tarkan’ım!
- Ben barış olsa erdemli, yoksul görse yardımlı, vursa buğa deviren, göğe ağaç savuran Tinesi Oğlu’yum!
- Ben taşı sıksa tuz eden, az iş edip öz eden, güçlü erler arısı, Kara Kağan’ın çerisi, yüce Karluk beğiyim. Adıma Ay Doğmuş derler!
- Ben, Kırgızların arslanı, Gökmen Eli kaplanı, tipi olsa at süren, yer deprense dik duran, kılıç vursa taş yaran Alp Bamsı’yım!
- Ben, Dokuz Oğuz güçlüsü, yetmiş yağı öçlüsü, yedi kızın dileği, Selenge’nin ulağı, kara yelle yarışan, boz ayıyla vuruşan, dokuz alpla güreşen Bilge Tudun’um!
- Ben, Işbara Alp yoldaşı, on dört erin kardeşi, tok kayaya yaslanan çılgın suda ıslanan, yirmi eri taşıyan Onbaşı Yamtar’ım!
- Ben, Basmıl Eli Doğan’ı, yüce erler yamanı, fiske vursa kan döken, haykırdıkta dağ çöken, kayaların kayası, yenilmez güç eyesi (sahibi) Saçlı Beğ’im!

İ-çing Katun, Yamtar’ın sözlerini duysaydı gene kızacaktı. Fakat bunu işitmemiş Bilge tudun’a bakıyordu. Yedi kızın dileği olan Dokuz Oğuz Beği İ-çing Katun’un şimdiye dek gördüğü erlerin en yakışıklısı idi.

Bu sırada gerilerde bir kaynaşıp kıpırdanma oldu. Kara Kağan’ın beğlerinden birisi öne geçerek Kağan’ın karşısına geldi. Eğilerek bir şeyler söyledi. Kağan, Katun’a dönerek onunla biraz konuştu. İ-çing Katun’un yüzü gülüyordu. Kağan karşısındaki beğe buyruk verdi. Beğ çabucak geri dönerek halkı yardı, geldiği yere gitti. Pek az sonra arkasında birkaç Çinli olduğu halde aynı yoldan geri döndü. Bunlardan biri ötekilerin önünde yürüyor ve kılığından bir Çin beği olduğu anlaşılıyordu. Çin beği Kağan’ın karşısına gelince diz çöküp onu selamladı. Sonra Katun’u selamladı. Katun, yerinden kalkarak elinden tutup onu kaldırdı. Yanına oturttu. Kara Kağan ise hiç kıpırdamamış, yüzünde bir çizgi bile değişmemişti. Biraz sonra ulaklar, Kara Kağan’ın yüce konuğu, İ-çing Katun’un kardeşi Şen-king geldiği için güreşlerin yarına kaldığını bildiriyordu.

Geceleyin, birbirinden ayrılmaz iki can yoldaşı, Onbaşı Pars’la Onbaşı Yamtar oturmuş konuşuyorlardı. Söz o günkü güreşlere gelince Yamtar şöyle dedi:

- Çin beği geldi diye güreşler yarına bırakıldı. Çin beği demi güreşecek? Dinlensin diye mi böyle yapıldı? O güreşirse ben onunla tutuşmak isterim.
- Çin beğleri güreşmez. Katun kardeşiyle konuşup, Kağan’a dilmaçlık(tercümanlık) etsin diye güreşler bırakıldı. Çünkü Çin beği Şen-king Çin’den kaçıp da gelmiştir. Kağan Çin işlerini ondan öğrenmek ister. Amma Tanrı vere de onlar Kağan’ı kötü yola sürükliyemeseler.
- Çin beğinin yanında üç kişi daha vardı. Onlar at uşağı mı?
- Onlar Çin beğinin yoldaşları olan Çin subaylarıdır. Çinliler yılana benzer ama şu Çin beği’nin yüzü hiç hoşuma gitmedi.
- Öyleyse herifin yüzüne iyi bak. İştahın eksilir de az yersin. Koyunumuz, davarımız azalırken en doğru yol az yemektir. Benim yirmi tane koyunum kaldı. Kısraklarımın ikisini kurt parçaladı. Bir ineğim vardı, yardan yuvarlandı. Yakında akın olmazsa işimiz bitiktir!..

S.4

Ertesi gün öğleden sonra ok atıcılığı yapılıyordu. Öğleden önce güreşler bitmiş, İnal Tarkan ile Dokuz Oğuz beği Bilge Tudun öteki güreşçilerin hepsini yenerek birbiriyle tutuşmuşlar, yenişemeyip denk kalmışlardı. Onbaşı Yamtar ise ilk güreşte Kırgız pehlivanı Alp Bamsı’yı yenmiş, ikinci güreşte Bilge Tudun’a yenilmişti. Bilge Tudun pek yavuz pehlivandı amma Onbaşı Yamtar’ın ona çabucak yenilivermesi Onbaşı Pars’ın canınu sıkmıştı. Güreşten sonra Yamtar’a sordu:

- Sen onu yenemesen bile bu kadar tez yenilmezdin. Sana ne oldu? Bir yerin mi ağrıyor? Sayrı mısın?
- Sayrı değilim. Ağrıyan yerim de yok. Senin anlıyacağın doymuyorum. Kişi savaşa, güreşe, çıkmadan önce üç günlük azığını birden yemezse onun kolunda güç mü kalır? Gün doğarken yalnız bir çamçak kımız içtim. Boş kursakla yapılan güreş bu kadar olur. Sonra Dokuz Oğuz beği, bizim Ötüken buğrası (Erkek deve) İnal Tarkan'ı da yenmesin diye korkmuştum.

Bu sırada davullar çalınıp borular ötmeğe başladı. Nişancılık başlıyordu. Herkes yerini almak için yürürken gür sesli bir ulak şöyle bağırıyordu:

- Ötüken’in erleri ok atacaklar. Gök Türk Kağan’ına bakan bunca budunların sayılı erleri ok atacaklar. Gök Türk erleri Tölis, Tarduş çerileri, Dokuz Oğuz yiğitleri, Karluk bahadırları, Kırgızlar, Bayırkular, Kurıkanlar, Basmıllar, Kıtaylar, Tabatılar, Otuz Tatarlar, bütün Tiginler, Şadlar, Yabgular, İlteberler, beğler, buyruklar, tarkanlar, çeriler ok atacaklar! Kara Kağan’ın yüce konuğu Çin beği Şen-king de ok atacak! Herkes yerine gelsin!...

Aradan çok kısa bir zaman geçti. Koca alan binlerce çeriler ve bahadırlarla dolmuştu. Ortalıkta bir uğultu vardı. Kağan’ın otağı gene her zamanki gibi bu uğultudan uzak duruyor, çevresinde hiçbir şey işitilmiyordu. Çerilerin toplanması bitince Kara Kağan, sağında Katun ve solunda konuk Çin beği Şen-king olduğu halde göründü. O anda da her yer sustu, herkes diz yere vurdu. Biraz sonra da beğler, Kağan’ın soluna ve sağına dizildiler. Yerler alındıktan sonra ulağın gür sesi ortalığı kapladı:

- Ulu Kağan, Ötüken’in erlerini deneşmeğe çağırıyor! Kolunun gücüne, gözünün keskinliğine güvenen, er meydanına!

Bu gün ortadaki genişlik her günkünden daha büyüktü. Çeriler halkayı biraz daha geniş tutmuşlardı. Kağan’ın oturduğu yerin sol açığında gez tahtası yükseliyor, üstünde karaya boyanmış yuvarlaklar çok iyi seçiliyordu. Bu yuvarlakların sayısı dörttü. İlk atıcılık bu dört yuvarlağı da yukarıdan aşağı sıra ile vurmakla başlıyacak, beceremiyenler alandan çekileceklerdi. Kağan’ın sağ açığında atıcılar buyruğun hemen ardınca toplanmışlardı. Yalnız Kağan’ın sol açığında, uzakta olan seyirciler okların gez tahtasına nasıl düştüğünü göremiyeceklerdi. Ulak onlara bağıracaktı ama bu, gözle görmek kadar tatlı olmıyacaktı.

Türk türesince konuk kutlu olduğu için Kağan bu deneçlere girmeği dilemiş olan Şen-king'in ilk oku atmasını buyur etti. Çinli beğ yerinden kalktı. Kendisine yol açan bahadırların arasından yürüyerek meydana çıktı. Salınışında bir yelteniş, koluna ve nişancılığına güvenen bir hal vardı. Yerine varınca durdu. Bir çerinin uzattığı yayla oku aldı. Okunu yerleştirip yayı gererek gezledi. Ortalıkta çıt yoktu. Vızlıyarak kayan okun sesini ez uzaklarda kalmış olanlar bile işitiyordu. Birinci ok tahtaya vardı. Fakat üstteki yuvarlağı bulmadı. Onun biraz açığına saplandı, kaldı. Ulak, okun yuvarlaktan dört parmak açığa saplandığını haykırırken sanki ortalık biraz daha sessizleşti. Gözler ikinci okun yola çıkmasını kolladı. Şen-king aldırış etmiyordu. Bu hal ona pek tabii görünmüştü. İkinci olarak çerinin uzattığı oku aldı. Yayına yerleştirip fırlattı. Ok gene tahtaya fakat ikinci yuvarlağa değil, üçüncüye saplandı. Ortalıkta gene çıt yoktu. Yalnız Çin beği biraz sararmıştı. Üçüncü ok birinci yuvarlağın bir karış yukarısına değdi. O ana değin, kıpırdamıyan, soluk almıyan erlerin arasında gene ses çıkarmadan onları gözliyen Kür Şad yerinden fırladı. Kağan’ın önüne dinelerek sordu:

- Çinli konuk bizimle niçin eğleniyor?

Katun’un önünde sorulan bu soruya Kağan’ın yerinde bir cevap vermesi gerekiyordu. Fakat o, daha ağzını açmadan çeriler arasında bir kahkahadır koptu. Hele arka taraflarda erler dalgalanıyor ve uğultu artıyordu. Kür Şad hızla döndü. Fakat hali görünce onun da dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme yayıldı. Kağan’a baktı. O da galiba yavaşça gülümsüyordu.

Çerilerin böyle taşmasına sebep Onbaşı Sançar olmuştu. Genç onbaşının güldüğü hemen hemen yılda bir kere o da hiç umulmadık haller karşısında görülürdü. Onbaşının heybetli yüzü daima asık, düşünceli duru, erlerinden ve pusatlarından başka şeyler onu ilgilendirmezdi. Bugün de gene asık yüzle alana yaklaştı. Geride kalmış olduğu için atından inmiyerek bekledi. Şen-king’in çıkışını ve yayını germesini yüreği titriyerek seyretti. Acaba bu yabancı kişi ne denlü usta nişancı idi? Onbaşı Sançar bunu öğrenmeği pek istiyordu. Birinci okun amacını bulamaması Onbaşının durumunu hiç değiştirmedi. Yalnız göğsünün içindeki kuşkunun azaldığını gösteren geniş bir soluk aldı. İkinci, üçüncü okların uçuşunu gözledi. Fakat Kür Şad bu acemiliği alay sanıp da Kağan’a sorarken atından dördüncü ok, gidip de gez tahtasının dışından geçerek bir Türk çerisinin börkünü havaya uçurunca Onbaşı artık kendini salıverdi. Kahkahalarla bayılacak, katılacak gibi gülüyor, atının üzerinden sola doğru eğiliyordu. Çevresindekiler ve uzaktakiler bir an şaşırmış gözlerle baktılar. Fakat az sonra Onbaşı Sançar’ın kahkahasını alt eden birçok kahkahalar daha yükseldi. Koca alanı derin bir uğultu kapladı. Şen-king geri döndü. Bu sefer saygı ile değil, fakat gülmeden katılmamak için ellerini böğürlerine basarak son derece eğilen erlerin arasından geçerek yerine vardı. Oturdu. Katun, uzun zamandır Türkler arasında yaşadığı için onların nasıl ok atıcılar olduğunu biliyordu. Fakat gene kardeşinin bu işi başaramamasına içerlemiş, dudaklarını ısırıyordu. Kargaşalık uzun sürmedi. Davulun bir iki gümleyişinden sonra yükselen ulağın sesi atışlara devam edileceğini bildirdi. Ortadaki erlerin sayısı kırk kadar vardı. Ve kırk erin attığı 160 ok Şen-king’in şaşkınlıktan açılan gözleri önünde hiç şaşmadan gitti, amacı buldu. Bu deneç elli adımdan yapılmıştı. AlandaN çekilen sadece Çin beği olmuştu. Erler bu sefer yüzer adımdam gerileyerek aynı denemeyi yapmağa çağrıldılar. Atışlar sessizlikle yapıldı. İsabetler gene fazlaydı. Fakat bir kere bile amacı tutturamıyan dışarıda kalmağa mecbur olduğundan bu denemeden arta kalanların sayısı ancak 22 idi. Bundan sonra sınama daha sıkı yapılmak gerekti: iki er karşılıklı geçerek uzunca bir sopayı birer ucundan tuttular. Bu sopanın ortasından bir ip sarkıtılmış. İpin ucuna bir yumurta bağlanmıştı. Sopayı tutan iki er onu biraz kıpırdatıyorlardı, böylece de yumurta sallanıyordu. Denemeye girenler elli adımdan bu yumurtayı vurmak zorunda idiler. Yumurta vuruldukça yenisi bağlanıyordu. Şimdi Şen-king adeta yerinde duramaz olmuştu. Yanında getirdiği, bu oyunları seyretmeleri için kendilerine ön sıralarda yer verilmiş olan Çin subaylarının yüzüne haklı olarak bakamıyor, çok sinirli görünüyordu. Katun da aynı durumda idi. Hem onun, kardeşinin yenilmesinden başka bir kederi daha vardı. İşte Işbara Alp, her fırsatta kendisine saygısızlık gösteren Tunga Tigin’le baş başa çarpışarak erliğinin herkese bir daha tanıtan ve bu yüzden binbaşı olan genç kahraman şimdi atışlarda da büyük bir fütursuzluk göstererek yayını geriyor, okunu fırlatıyordu. Fakat bu ok hiç şaşmadan istenilen yere gidiyor, saplandığı tahtayla birlikte her defasında Katun’un yüreğini de deliyordu. Şen-king bir çocuk acemiliği gösterdiği zaman Işbara Alp herkes gibi gülmemiş, hatta Kağan ve Kür Şad gibi dudaklarında bir gülümseme bile belirmemişti. Yalnız gözlerinin ucuyla Katun’a bir bakmış sonra ululukla başını çevirmişti. Bu Katun’u kızdırmış, köpürtmüştü. Ama bir yolunu beklemek gerekti. Şimdi gözleriyle atıcıları kovalıyor, Işbara Alp sadağından ne zaman bir ok çekse onun şaşması için Tanrı’ya yalvarıyordu. Faka işte meydanda yalnız iki kişi kalmıştı: sallanmakta ve uzaklaşmakta olan yumurtaları aynı soğukkanlılık ve öğünmemezlikle vuran Kür Şad ve Işbara Alp...

Erlerin ikisi de aynı ustalıkta olduğu için başka bir deneme yapıldı. Bu defa havaya atılan yumurtaları inmeğe başlamadan önce vuracaklardı. Oklar vınladı. Yumurtalar beraberce delindi. İki yiğit de sanki bundan kıvanç duyuyorlardı. Birbirlerinin kazanmasını aynı yürekten istek ve hoş görüyorlardı. En sonunda kenarları birer arşın kadar görünen iki büyük tahta getirildi. Kür Şad ve Işbara Alp ellişer okla bu tahtalara “TÜRK” sözünü yazacaklardı. Yazıyı kim daha önce bitirirse birinci olarak o kutlanacaktı. Kimsede ses yoktu. Çeriler artık soluklarını bile tutmuş gibiydiler. Davulun gümliyen sesiyle birlikte yarış başladı. İki yiğidin sadaklarından okları çekmeleri yaya yerleştirmeleri ve amacı gezleyip oku bırakmaları o kadar çabuklukla oluyordu ki, onların bu hareketlerini birer birer takip etmek adeta mümkün değildi. Saniyeler geçiyor, her iki tahtada kelime şekillenmeğe başlıyor, fakat kimin kazanacağı bir türlü anlaşılmıyordu. Şen-king artık oturmuyordu. Ayağa kalkmış, yumrukları sıkılı, soluğu kesik, öylece bakıyordu. Çalık bulunduğu yerden zeki gözlerinin keskin bakışlarını bir Işbara Alp’a, bir Kür Şad’a bir de Şen-king’e götürüyor, en heyecanlı anlarda bile onun bu halini görünce gülmekten kendisini alamıyordu. Birden ortalığı keskin haykırışlar kapladı. İki üç gündür süren şenliklerde her kazananı aynı sessizlikle karşılıyan ve yalnız içlerinde kutlıyan çeriler, çok kısa bir farkla üstün gelen Kür Şad’ı çılgınca alkışlıyor, “Yaşa!” diye haykırıyorlardı. Onun Işbara Alp’a karşı da olsa üstün gelmesi, Çuluk Kağan’ın öcünü alacak bir yiğidin aralarında yaşadığını gösteriyor ve yüreklerinden gelen bu taşkın sevinci saklıyamamalarına sebep oluyordu. Kür Şad’a elini uzatan Işbara Alp’ın gözlerinde de bir zafer parıltısı vardı. O da sanki kendi kazanmış gibi sevinçli idi. Ötüken’in bu kendisinden üst gelen keskin nişancısını yanık yüzünde ışıldıyan sert bakışlarını yumuşatan bir sevinç içinde kutluyor, Kağan’ın buyruğuyla bir çerinin koşup getirdiği kımız çamçağını ona kendi eliyle sunuyordu



Gün kararıyordu. Bütün yarışlar, koşular, oyunlar bitmişti. Şimdi söz ozanlarındı. Kara Ozan’la Çuçu karşılıklı kopuz çalıp deyiş söyliyeceklerdi. Kağan’ın otağını çevreliyen halka daralmıştı. Önce Kara Ozan geldi. Kağan’ı selamlayıp bağdaş kurdu. Arkasından Çuçu geldi O da Kağan’ı selamlayıp Kara Ozan’ın karşısına oturdu. Sonra ağır ağır, yavaş yavaş kopuzlar inlemeğe başladı. Bütün Türk budunu saygılı bir sessizlik içinde dinliyorlardı. İlk deyişi Kara Ozan söylüyordu:

Ötüken’in erleri
Bilir benim gücümü.
Kopuzumun mızrabı
Aratmaz kılıcımı.
Kara Ozan! Seninle
Aşık atan Çuçu mu?

Çuçu bu meydan okuyuşa hiç irkilmeden hemen cevap verdi:

Seni böyle söyleten
Kımız mıdır, sücü mü?
Böyle yaman söylersen
Sende komam öcümü.
Deyişin kılıcımdan
Daha öldürücü mü?
Seni basan şaşkınlık
Ağu gibi acı mı?

Kara Ozan öfkelenir gibi oldu:

Ötüken erlerinin
Acunda çıkmaz eşi.
Ötüken’in kızları
Gökte ayın on beşi.
Yürekleri kan eder
Gözlerinin ateşi.
O şaşkınlık dediğin
Çinli konuğun işi...

İ-çing Katun’dan Kara Ozan’ın sözlerini Çince olarak dinliyen Şen-king iğnelenmiş hibi yerinden sıçradı. Fakat Kağan’ın ve bütün Türkler’in taş gibi sessizliğini görünce durdu. Katun da öfkelenmişti. İşte bir ozan yüce bir beğ olan kardeşi ile açıkça alay ediyordu. Kağan’a eğilerek:

- Bu bayağı kişinin yüce konuğu kınamasına göz yumacak mısın? Dedi

Kağan aynı taş hareketsizliği içinde cevap verdi:

- Ozanların sözü kutludur, kesilmez!...

Kara Kağan o kadar soğuk söylüyordu ki Katun ileriye gitmekten çekindi. Zaten şimdi Çuçu almış, bakalım neler söylüyordu:

Çinli beğin attığı
Boşa gittiyse nola?
Çinli bu... Sağa atsa
Ok gider, düşer sola.
Neylesin Ulu Tanrı
Güç vermeyince kola.
Kavuşsun Kara Kağan
Kür Şad gibi oğula.

Kür Şad’ın adı geçince budun arasında bir çalkalanma oldu. Çinli beğ ise üzerine yağdırılan bu kınamaların altında kendinden geçmiş gibi idi. İ-çing Katun bu deyişleri Çinceye çevirerek kendisine anlattıkça kuduruyordu. O denlü köpürmüştü ki istemiyerek kılıcına el attı. Kara Ozan onun elini kılıcına attığını görmüştü. Şimdi kopuzla cevap veriyordu:

Kılıcına el atma,
Şimdi deyiş çağıdır.
Ortalıkta dolaşan
Ak kımız çamçağıdır.
Yad elde oturanlar
Bil ki yurt kaçağıdır.
Senin kılıç dediğin
Türk’ün oyuncağıdır.

Çinli beğe yılgınlık gelmişti. Katun öçlü gözlerle bakıyordu. Fakat onlara aldıran yoktu. Şimdi söz gene Çuçu’ya gelmişti:

Ötüken kızlarının
Gözleri gönül yarar.
Onları gündüz güneş,
Gece ay sarar.
Çinli meydan okusa
Bunda şaşılacak ne var?
Keçi esrik olunca
Dövüşmağa kurt arar.

Çinli beğ, içine baygınlık geldiğini anlıyor, fakat yerinden kıpırdıyamıyordu. Gece olmuştu. Artık İ-çing Katun da kendisine dilmaçlık etmediği için söylenenleri anlamıyordu. Fakat her sözde kınandığını sanıyor, içi öç duygularıyla dolup taşıyordu. Halbuki şimdi Kara Ozan’la Çuçu karşılıklı Kür Şad’ı övüyorlardı. Biri bir dört söylüyor, öteki başka bir dörtlükle buna cevap veriyordu:

Ötüken’de arslanlar var.
Kür Şad onlardan biridir.
Çok yiğitler vardır ama
Kür Şad erlerin eridir.

Kür Şad’ı doğuran ana,
Ne emzirmiş acap ona?
Erlik, ululuktan yana
Tanrı Kür Şad’dan geridir.

Acunda var nice çeri
Kimi üstün, kimi geri
Kür Şad adlı Gök Türk eri
Anadan doğma çeridir.

Kılıcı yıldırım çeler,
Attığı ok demir deler,
Ölüm gelse Kür Şad güler
On sekiz yıldan beridir.

Yiğitlik en ileri,
Kalacak on bin yıl diri
Gök Türkler’in gönülleri
Şimdi Kür Şad’ın yeridir.




Davullar eğlencenin bittiğini bildiriyordu. Herkes yerli yerine, çadırına gidiyordu. Şen-king ve Katun öfkeyle düşünüyor gibiydiler. Çin beği ablasının yanına sokularak Çince:

- Onlara göstereceğim. Bir Çin beği ile eğlenmenin ne demek olduğunu anlıyacaklak, dedi. Katun albız (şeytan) gibi gülümsedi:
- Tez canlı olma! Her işin bir çağı vardır, diye karşılık verdi.

Sonra Çin beği üç subayı ile birlikte kendisine ayrılan çadırlara yöneldi.



Geceleyin Kür Şad’ın çadırının kapısı açılarak Tulu Han girdi

- Kür Şad, dedi. Yarın çok erkenden yola çıkacağım. Kağan Tatarlarla Tunduzlar’ı idare etmenin güç olduğunu söyledi. Çok çabuk varmam gerek. Bana bir diyeceğin var mı?

Kür Şad ayağa kalktı. Yavaş yavaş Tulu Han’a doğru yürüdü:

- Benim sana bir diyeceğim yok. Senin bana diyeceğin var mı?

Tulu Han solgun yüzüne başka bir anlam veren gözleriyle Kür Şad’a derin derin bakıyordu. Yüreğinde bir sızısı olduğu belliydi. Yavaş yavaş şunları söyledi:

- Çinli Katun Kağan’ı kendisine uydurmasın diye korkuyorum. Çinli beğ de geldikten sonra Kağan’ı kandırıp aldamağa (iğfal etmek) uğraşacaklardır. Eçim Kağan umduğum kadar uslu çıkmadı. Sana şunu dmeek isterim ki yurdumuzdaki bütün Çinlilere göz kulak ol.

Kür Şad irkildi:

- Ben bütün Çinlilerin çaşıt (ajan) olduğunu bilirim. Bana güven! İşin olursa tezden ulak göndermeği unutma.

İki kardeş birbirlerine bakıştılar. Daha söylenmemiş sözler var gibiydi. Sonra Tulu Han birdenbire:

- Hoşça kal, ben gidiyorum diyerek döndü. Kür Şad:
- Yolun, uğurun açık olsun! Diye karşılık verdi.

S.5

Güz gelmişti. Türk Ellerinin yaman yüzü Çin beği Şen-king’i bayağı sayrı etmişti. Bu Türk ülkesini hem beğeniyor, hem de yadırgıyordu. Burada açık ve temiz bir hava, insanı sağlamlaştıran kımız ve gürbüz, sağlam kızlar olduğu için Türk Ellerini seviyordu. Fakat güneşinin keskin, soğuğunun sert, kişilerin çetin ve kızların sarp olmasını hiç beğenmiyordu. Şimdi Çin’de olsaydı, hoşuna giden bir kızı çoktan elde etmiş olurdu. Halnuki kendisi ünlü bir beğ olduğu halde burada her hangi bir kızı elde etmek şöyle dursun, onunla arkadaşlık bile edememişti.

Şen-king’in yaman bir iç sıkıntısı vardı. Bunu gidermek için her gün, yoldaşları olan üç Çin subayını çağırıyor, onlarla konuşuyor, kumar oynuyor, kımız yahut sücü içiyordu. Bugün ise artık hiçbir şey kendisini eğlendirmez olmuştu. Çin subaylarından birisi Şen-king’e bir teklifte bulundu:

- Acaba beğimiz atla bir gezinti yapsalar, Ötüken’in güzelliğini görseler içlerinin sıkıntısı geçmez mi?
- Yaban güzelliklerini ne yapayım? Bana Ötüken’de güzel saray, güzel kumaş, güzel kadın gösterebilir misin?

Çin subayı kötü kötü güldü:

- Beğimiz aldatmış olmamak için kesin bir söz etmeyim amma belki güzel kadınlar, hatta genç kızlar görmemiz kabil olur.
- Güzel kızları ben de her gün senin kadar görüyorum ama görmekten bir şey çıkmıyor ki...

Şen-king’in öfkeli konuşması üzerine karşısındaki sustu. Şen-king bir ara düşündü. Sonra birdenbire sordu:

- Yoksa senin bildiğin bir nesne mi var?
- Ben çok nesne bilmiyorum. Yalnız buradan epey ilerde, Orkun ırmağına varınca orada güzel bir koru var. Türkler orada kısrak besliyorlar. Her gün oraya bir çok genç Türk kızları gidip kımız yapıyorlar.
- Kızların yanında erkek bulunmuyor mu?
- Hayır.
- Tuhaf şey! Çin’de olsa genç kız evinin kapısından dışarı adım atmaz. Bu Türk kızları korkmuyorlar mı?

Şen-king durmadan sücü içiyordu. Bu Türk sücüsü de hiç Çin’dekine benzemiyordu. Şimdi acunu güzel ve sevimi bulmağa başlamıştı. Yoldaşının teklifi de hiç yabana atılır gibi değildi. Bir sağrak (bardak) sücü daha içtikten sonra arkadaşlarına:

- Haydi, şöyle bir at gezintisi yapalım, dedi.

Biraz sonra dört Çinli yola çıkmışlar, Orkun ırmağı kıyısında kızların kımız yaptıkları yere doğru gidiyorlardı. Şen-king’in esrikliği aşırı derecedeydi. Çin subaylarına gevezelik etmeğe başlamıştı:

- Çin’de gene Suiler başa geçse ben bilirim yapacağımı!... İ-çing Katun boyuna Kara Kağan’ı kışkırtıyor, önümüzdeki yazda Çine akın edilecek. Tanglar dürüşürülecek. O zaman belki ben Çin Kağanı olacağım. Hepinizi birer başbuğ yaparım. Sonra gelir, burasını da alırız!...

Bu son söz üzerine üç Çin subayı sıçrayarak arkalarına, yanlarına baktılar. Açık bozkırda gidiyorlardı ama birisi duyacak diye ödleri patlamıştı. Bununla beraber inanmadıkları sözleri dinlemek bile pek hoşlarına gidiyordu.

Böylece epey gittiler. Soğuk, Şen-king’in esrikliğini geçirmişti. Artık istedikleri yere varmışlardı. Buarad güzel bir koru yanında küçük mağaralar vardı. Bu mağaralar kara, kışa, yağmura karşı sığınaklık ediyordu. Buralarda bir çok Türk kızları çalışıp duruyordu. Buralarda bir çok Türk kızları çalışıp duruyordu. Ksırakların ara sıra kişnemelerinden başka bir ses duyulmuyordu. Buraya yaklaşırken Şen-king arkadaşlarına dönüp:

- Hele bakın, dedi. Şu kızların hepsinde de yayla sadak var. Bir de kılıçları olsa çeri olup çıkacaklar. Ne dersin Van-zin-şan, sen bu kızların böyle savaşçı olduklarını da biliyor mu idin?

Van-zin-şan, Çin beğine burasını salık veren Çin subayı idi. Bu soruya şöyle cevap verdi:

- Biliyordum beğimiz. Hem de buyurduğunuz gibi kılıçları yoksa da yarım kılıç demek olan bıçakları var.

Şen-king’in gözleri şaşkınlıkla açıldı:

- Doğru be! Böyle çeriye başbuğ olmak isterdim.

Çinliler böyle konuşa konuşa kızların yanına yaklaştılar,Van-zin-şan, Çin beğine yaklaşarak şöyle dedi:

- Beğimiz şu ilerde, üç doru kısrağın yanındaki kızı görüyorlar mı? Buradaki kızların en güzeli odur. Şimdiye dek bir defa bile güldüğünü görmedim.
- Zaten bu Türk kızları gülmek nedir bilmiyorlar ki...
- Hatta erkekleri de...

Fakat Van-zin-şan sözünü bitiremedi. Çünkü Ötüken’e geldiklerinin ertesi gününde ok atılırken Türkler’in Şen-king’e nasıl güldükleri aklına gelmişti. Şen-king atını yavaş yavaş o güzel kızın yanına sürdü. Kendine çeki düzen vererek kıza:

- Bana biraz kımız verir misin? Dedi

Kız başını kaldırıp Şen-king’in yüzüne baktı. Çin beği az kalsın atından düşecekti. Bütün dirliğinde böyle güzel bir kız görmemişti. Çekik yeşil gözleri ışık gibi parlıyor, yüzünden esenlik ve kan fışkırıyordu. Boylu poslu kızdı. Uzun kumral saçları iki örgü halinde börkünün altından beline doğru uzanıyordu. Ayaklarında çizmeler vardı. Kemerinde uzun bir bıçak sallanıyor, kızıl elbisesi ona korkunç bir güzellik veriyordu. Şen-king kendisini toparlıyarak gene sordu:

- Bana biraz kımız verir misin?

Kız hiç söz etmeden Şen-king’e bakıyordu. Öteki kızlar ise başlarını bile kaldırmamışlar, işleriyle uğraşıyorlardı. Van-zin-şan Çin beğine yaklaşarak:

- Beğimiz Çince söylediğiniz için kız anlamıyor, dedi. Şen-king bu kızın alımlı güzelliği karşısında o kadar kendinden geçmişti ki, Türkçeyi, Çinceyi ayırdedecek durumda değildi. Van-zin-şan’ın kendisini ayması üzerine iki üç ayda öğrendiği yarım yamalak Türkçe ile kıza gene sordu:
- Bana biraz kımız verir misin?

Kız gene cevap vermedi. Yalnız dolu bir çamçağı Çin beğine sundu. Şen-king nedense bu kımızın tadını pek güzel bulmuştu. İçtikten sonra çamçağı geri verirken üç arkadaşını göstererek:

- Bunlara da verir misin? Dedi.

Kız gene hiç söz etmeden üç Çinliye birer çamçak kımız uzattı. Şen-king başarısından kıvanç duyuyordu. Kesesini çıkararak kıza bir Çin altını uzattı:

- Al bakalım, bu kadarı yeter mi? Diye sordu. Kız parayı almadı:
- Ben kımızı satmadım, dedi.
- Ya ne diye verdin?
- İstediğin için verdim.
- Benim kim olduğumu biliyor musun?
- İ-çing Katun’un kardeşi olacaksın.
- Nereden anladın?
- Ötüken’deki Çinliler Türkçe bilir. Sen daha öğrenememişsin.
- Peki! Siz burada korkmuyor musunuz?
- Kimden korkacakmışız?

Çin beği güzel kızın her sorulana sıkılmadan cevap verdiğini görünce umutlanmıştı. Artık yılışmanın çağı geldiğine hükmetti ve kızın gözlerinin içine bakarak:

- Kimden mi korkacaksınız? Mesela benden.
- Çinliden korkulur mu?

Çin beği kızın sıkılıp kırıtmasını beklerken onun taş gibi karşılık verdiğini görünce hopladı. Fakat bozulduğunu belli etmek istemiyerek gene sordu:

- Öyleyse neden böyle pusatlı geziyorsun?
- Yolda bir hayvan saldırırsa korunmak için

Şen-king sustu. Kızmıştı. Çok kötü şeyler düşünüyordu. Fakat tam bu sırada ta karşıdan, tümseğin ardından bir atlı çıktı, arkasından bir daha çıktı derken atlılar çoğaldı. Biraz sonra 200 kadar atlı kızların ve Çinlilerin olduğu yere doğru at sürdüler. Çinliler şaşırmışlardı. Kızlardan bir takım bunlara daldı, bir takımı ise başlarını bile kaldırmamışlar, işleri güçleriyle uğraşıyorlardı. Bunlar giyimli, pusatlı Türk atlıları idi. Öndeki atlı dolu dizgin sürerek kızların olduğu yere yaklaşıp bağırdı:

- Kızlar! Batı Kağan’ı Tüng Yabgu Kağan’ın elçisi Kül Er Tigin’e yol gösterecek kimse yok mu?

Bu sözün üzerine bütün kızlar başlarını kaldırdılar, hepsi birden Çin beğinin karşısındaki güzel kıza baktılar. Güzel kız atlıya doğru gitti:

- Sizi Kara Kağan’ın otağına götüreceğim, dedi. Sonra bir kıza seslendi.
- Gün Yaruk! Kısraklara sen bakıver!

Bunu söyliyerek atına bindi. Bu sırada atlılar da yetişmişlerdi. Önlerinde Kül Er Tigin olduğu anlaşılan bir beğ duruyordu. Zırhlı giyimler giymişti. Yanındaki çerilerin çoğu da öyle idi. Bu yiğitlerin arasında hiç Türk’e benzemiyen uzun sakallılar da vardı. Güzel kız “Haydi gidelim” diyerek atını dört nala sürdü. Elçi heyeti de onun yolundan gitti. Şen-king bakakalmıştı.

- Van-zin-şan! Bu kız kırk yıllık binici gibi ata biniyor, dedi
- Evet beğimiz.
- Türkler at üzerinde doğup, at üzerinde ölüyorlar. Onun için ata binmek onlara yürümekten kolay geliyor.

Şen-king’in canı sıkılmıştı. Kendisine en yakın olan bir kıza yaklaşarak sordu:

- Bu giden kız kimdir?
- Işbara Alp’ın büyük kızıdır.
- Adı ne?
- Almıla!
- Neden elçileri o götürdü?
- İçimizde en arı soylu odur.

Şen-king daha beklemedi. Atını sürerek geldiği yere doğru gitmeğe başladı. Çin subayları ses çıkarmadan izinden geliyorlardı.

Geceye doğru, Batı Kağan’ından elçi geldiğini duymıyan kalmamıştı. Kara Kağan’ın buyruğu ile elçiler ve onlarla gelenler konuk otağlarına yerleştirilmişlerdi. O gece bütün Ötükenliler hep Kül Er Tigin’i konuşuyorlardı. Sebebini anlamamakla beraber, herkes bu elçilerin geldiğine seviniyordu. Yamtar, pek kavrıyamadığı bu işler üzerinde bilgi edinmek için gene arkadaşı Pars’a koşmuştu. Acun işlerini daha iyi bilen Onbaşı Pars, her zaman Yamtar’ın güçlüklerini çözer, anlıyamadığı şeyleri anlatırdı. Onbaşı Yamtar’ın ilk sorgusu şu oldu:

- Batı kağanı mı daha ulu, yoksa Kara Kağan mı?
- İkisi de denktir.
- İkisi de denk nice olur? Bir Türk Elinde iki denk Kağan olur mu? İki Kağan olunca biri ötekinin buyruğunda demektir.
- On iki yıl öncesine değin Türk Eli’nde bir tek büyük kağan vardı. O zaman küçük kağanlar büyüklerini tanırlardı. On iki yıldan beri Ötüken’de de ayrı bir kağan var. Artık iki kağan birbirini tanımıyor.
- Ne dedin? On iki yıldır, Ötükende de ayrı kağan mı var? Eskiden Ötüken Kağanları Batı Kağanlarının buyruğunda mı idi?
- Evet!

Onbaşı Yamtar sustu. Düşünmeğe başladı. O şimdiye kadar böyle şeyleri düşünmemişti. Şimdi hatırlıyordu. 12 yıl önce babası bir gece konukları ile uzun uzun konuşmuş, iki kağandan, bunun yanlışlığından, kötülüğünden bahsetmişti. Yamtar o zaman 10 yaşlarında bir çocuktu. Bu işi şimdi anlamağa başlıyordu. Peki, öyleyse batı kağanından niçin elçi gelmişti? Yamtar bunu da anlamak için arkadaşına sordu:

- Öyleyse Batı Kağanı niçin elçi gönderdi dersin?
- Batı Kağanı Tüng Yabgu Kağan’ın çok uslu, bilgili, düşünceli kişi olduğunu söylüyorlar. Türk Elinin ikiye bölünmesinin doğurduğu kötülükleri anlamış olacaktır. Belki birleşmek için elçi göndermiştir.
- İki kağan nasıl birleşir? Biri ötekinin buyruğuna girmek gerek. Bunu hangisi ister?
- Birbirinin buyruğuna girmeden de birleşebilirler. Birbirine yağılık etmezler, akınları birlikte yaparlarsa hem onlar kazanır hem de biz kazanırız. Bu Çinliler it sürüsü gibi çokluk budun? Öldürmekle bitmiyorlar. Dokuz ordularını yensek onuncusunu çıkarıyorlar. Onlardan on öldürüp bir ölsek bile gene biz daha çabuk tükeniriz. Tüng Yabgu çerisi de bizimle birlik gelse işler başkalaşır.

Ertesi gün Kül Er Tigin öteki elçilerle birlikte Kara Kağan tarafından kabul olundu. Kara Kağan, sağında Katun olduğu halde tahtına oturmuştu. Solunda Kür Şad, Tunga Tigin ve başka beğler vardı. Sağında daha küçük beğler bulunuyordu. Şen-king de bunların arasında idi. Davullarla borular selam havası çaldıktan sonra Kül Er Tigin ardında dört beğ daha olduğu halde Kara Kağan’ın karşısına geldi. Elçiler hep birden Kağanı selamladıktan sonra Kül Er Tigin söze başladı.

- On Ok Kağanı Tüng Yabgu Kağan’ın elçisi Kül Er Tigin’im! Yüce Kara Kağan’a kağanın selamlarını, bitiğini (mektup) ve hediyelerini getirdim. Tüng Yabgu Kağan, Kara Kağan’ın sağ esen olmasını diliyor, çerilerinin keskin kılıçlı, katı yaylı, demir yürekli olmaları için Gök Tanrı’ya yalvarıyor.

Sonra eğilerek Kara Kağan’a, Tüng Yabgu Kağan’ın bitiğini uzattı. Bu bitik, ipekten işlemeli bir torbaya sarılmış, büyük ve kalın bir kağıttı. Bitiği verince arkasında duran dört kişiye döndü, işaret verdi. Bu dört beğden önce biri ilerledi. Yere diz vurarak Kağan’ı selamladıktan sonra elinde taşıdığı deriden yapılmış büyücek bir kutuyu Kağan’ın önüne koydu

- “Ben Türgiş Beği Oğulçak Buğra Beğim! Tüng Yabgu Kağan’ın ikinci elçisiyim. Bunları Kağanımız yüce Kara Kağan’a yolladı” dedi. Deriden yapma kutunun içi altın dolu idi. Oğulçak Buğra yerine dönünce ikinci beğ ilerleyip Kağan’ı selamladı:
- “Ben Oğuz beği Kül Erkin’im! Tüng Yabgu Kağan’ın üçüncü elçisiyim. Bunu Tüng Yabgu Kağan sana yolladı. Savaşta uğurun açık olmasını diledi” dedi. Kül Erkin elinde çok güzel ve değerli bir kılıç tutuyordu.

Üçüncü beğin sol kolunda kızıl gözlü bir ak doğan vardı. Kağan’a doğru ilerleyip selamladı:

- “Ben Binbaşı Alp Kutluğum! Tüng Yabgu Kağan’ın dördüncü elçisiyim. Bu ak doğanı Tüng Yabgu Kağan sana yolladı. Bu yeryüzünde az bulunur pek soylu bir doğandır. Kartallarla dövüşür. Pençesinden kuş kurtulmaz. Ok gibi uçar. Tüng Yabgu Kağan bu doğan kuşları nasıl tutuyorsa senin de yağılarını öylece tutmanı diledi” dedi

dördüncü beğin elinde altın kakmalı bir eyer takımı vardı. Kara Kağan’a şunları söyledi:

- “Ben Yüzbaşı Alp Çavlı’ım! Tüng Yabgu Kağan’ın beşinci elçisiyim. Kağanımız sana gönderdiği dokuz bidevi (soylu, hızlı) at , uşaklarımızdadır. Bu eyeri Tüng Yabgu Kağan sana yolladı. Bu eyerin koşulduğu at ile yapacağın sonsuz ulcalar (ganimet), mallar almanı diledi” dedi

Kara Kağan’ın erleri, buyruk üzerine hediyeleri ve ak doğanı aldılar. Sonra Kara Kağan, baş elçi Kül Er Tigin’e şunları söyledi:

- Yüce kardeşim Tüng Yabgu Kağan’ın beni unutmamasından çok kıvandım. Hele gönderdiği eşsiz hediyelerle beni yargılamasına pek sevindim. Onun keskin uslu, yüksek bilgili, katı kollu, sert kılıçlı Kağan olduğunu işitiyoıum. Ben de onun gibi olmak isterim. Bozkurt ailesinin oğulları olduğumuzdan aramızda ayrılık, aykırılık yoktur. Seni de Kül Er Tigin, kendi erlerimden Tiginlerimden ayrı tutmuyorum. Siz hepiniz burada benim öz beğlerim, çerilerim ne ise osunuz. Tüng Yabgu Kağan’ın bitiğini okuduktan sonra sizinle gene görüşeceğim. Şimdilik çadırlarınızda dinlenin. İstediğiniz bir şey olursa Tunga Tigin’le Işbara Alp’a söyleyin. Onlar her dileğinizi yerine getireceklerdir.

Kara Kağan ayağa kalkınca budun tarafından selamlandı. Elçiler çekildiler.

Kara Kağan, öz çadırına çekilip yalnız kalınca: Tüng Yabgu Kağan’ın bitiğini açtı. Bitik şöyle idi:

“Ben Tüng Yabgu Kağan, bunu Kara Kağan’a yazdım. Senin sağ, esen olmanı Tanrı’dan dilerim. Bir gövdede bir can, bir başta bir beyin olduğu gibi bir Elde de bir kağan olur. Biz, Türk Eli’nde iki kağan olduğumuz için Türklerimiz yoksul kalıyor, azalıyor. Bir Elde baş çoğalırsa budun azalır. Eskiden Türk Eli’nde bir kağan varken işler yolunda idi. Yürütülen çeri ile ülkeye mal, davar getiriliyordu. Şimdi Türk, ikiye ayrıldı. Birbirinden kuşkulanıyor. Seninle ikimiz dış yağılarımıza karşı birleşirsek budun da kazanır, biz de güçleniriz. Baş elçim Kül Er Tigin ile sana beş bin altın, yüce dedemiz İstemi Kağan tarafından Acemlerden alınmış değerli bir kılıç, bir ak doğan, bir eyer takımı, dokuz da bidevi at gönderiyorum”

Kara Kağan, bitiği okuyunca çadırda gezinmeğe başladı. Çok düşünceli olduğu yüzünden belli idi. Kağan olalıdan beri Türkler’in gönlünü kazanamamıştı. Budunu biraz bay (zengin) kılmak, karnını doyurmak gerekti. Acaba şimdi bu fırsat ele giriyor mu idi? Kağan bunu düşünüyor, bir türlü karar veremiyordu. Kineşmekten (Müzakere etmek) başka yol yoktu. Kapıyı açtı, nöbetçi erlerden birine buyruklar vererek Katun’un otağına doğru yürüdü.
Katun zaten Kara Kağan’ı bekliyordu. Batı Kağanı’nın neler yazdığını merakla öğrenmek istiyordu. Az konuşan sert Kağan’a doğrudan doğruya soru sormakla bir şey öğrenilmeyeceğini bildiği için kurnazlıkla söze başlamak gerektiğini anlıyordu. Kağan’ın asık yüzünü görünce sordu:

- Kara Kağan! Canını sıkacak bir şey mi oldu?
- Hayır!
- Düşünceli duruyorsun. Batı Kağan’ı kötü şeyler mi yazmış?
- Hayır!
- Cevap verecek misin?
- Evet!
- Seninle birleşmek mi istiyor?
- Evet!
- Birleşecek misin?
- Bunu kurultayda konuşacağız.

İ-çing Katun, Kağan’ın gözüktüğü kadar öfkeli olmadığını anlamıştı. Kendisine daha bir çok şeyler sormanın çağı idi:

- Kağan senin bana bir adağın vardı.
- Nedir?
- Çin’e akın edip Tang’ları düşürecek, benim ailemi Çin’e kağan yapacaktın
- Bendan caymış değilim.
- Ne zaman yapacaksın?
- Çağı gelince...
- Çağı ne zaman gelecek?
- Geldi gibi. Batı Kağan’ı ile uzlaşıp o yandan kuşkusuz olursak Çin’e saldıracağız.
- Tangları devirecek misin?
- Bu işe o kadar kolay değil.
- Neden?
- Çok kan dökmek ister.
- Kan dökmekten çekiniyor musun?
- Çinli kanı dökmekten çekinmiyorum. Ancak bu dökülecek kan yalnız Çinli kanı olmadığı için çekiniyorum.

İ-çing Katun işin sarpa sardığını görüyordu. Kağan’ı kışkırtmak için şöyle dedi:

- Bir Türk Kağan’ı Türkler’in savaşta akacak kanını düşünür mü?
- Yurt korumak için olursa düşünmez. Asığsız (faydasız) işler için olursa düşünür.
- Benim ailemin Çin’de kağan olması asığsız mı buluyorsun? Yanılıyorsun yüce Kağan! Benim ailem Çin’de kağan olursa bir kere Çin’den toprak alacaksınız. Sonra Çin şehirlerinde Türkler ticaret yapacaklar. Sonra da Çin her yıl sana buğday, darı, kumaş yollıyacaktır.
- Sizin vereceğiniz kadar toprağı biz öz kılıcımız ile de alırız. Ticaret ise bize bir şey kazandırmıyor. Ne zaman alış veriş olsa Çinliler Türkleri kandırıp aldatıyorlar. Onun için bu işin olmaması olmasından yektir. Azıkla kumaşa gelince; bunu biz zaten her akında Çin’den kendi gücümüzle alıyoruz. Savaştan dilek, buduna kazanç getirmektir. Kazanç olmıyan yerde Türk budunun kanı akmamalıdır.
- Öyle ise bütün Çin’i alıp bu servetin hepsine birden konmak daha iyi değil mi?
- Biz bütün Çin’i alamayız.
- Neden alamazsınız? Çerileriniz bu denlü korkmaz, yılaz kişilerken, attıkları ok şaşmazken, atları yıldırım gibi koşarken siz niçin Çin’i alamıyasınız?

Kara Kağan sert bir kıpırdanışla Katun’a baktı. Sesini biraz daha yülselterek sordu:

- Çin’de kaç kişi vardır?
- 4.000 tümen!
- Ya bizde kaç kişi var?
- Bilmiyorum.
- Ben sana diyivereyim: 200 tümen. Batı Kağan’ında da bir o kadar kişi olduğunu saysak bütün Türk Elinde 400 tümen kişi var demektir. Demek ki ben Batı Kağanı ile birleşsem on Çinli’ye karşı ancak bir çeri çıkarabileceğim. Halbuki Batı Kağan’ı bana çerisini veremez. Onun yapacağı iş bana yağılık etmemektir. O yağılık etmeyince ben de batı sınırındaki bütün çerimi gönül rahatlığı ile oradan çekebilirim. Demek ki 20 Çinli’ye karşı ben tek çeri çıkarabileceğim. Bu kadar çeriyle Çin alınır mı? Alınır, alınır ama meydan savaşında alınır. Çin’de kaleler, duvarlar olmasa Çin’in bir ucundan girip öte ucundan çıkmak kolaydır. Fakat Çinliler yalnız meydan savaşı yapmıyorlar ki. Kalelere girip saklanıyorlar. Sonra tutalım Çin’i aldık sonu ne olacak? Çin’in her köyüne şehrine birkaç Türk çerisi koysam iki göbek sonra yeryüzünde Türk kalmaz.
- Peki ama sen bana söz vermiştin.
- Ben sana Çin’e akın yapmak için söz vermiştim. Bu sözümü tutacağım!

S.6

Onbaşı Sançar tarlasını ekiyordu. Toprak ıslak olduğu için kolayca kazmıştı. Yüzü, her zaman olduğu gibi asıktı. Bununla beraber Binbaşı Işbara Alp’ın onbaşıları arasında en iyi hallisi o idi. Hiç kimsesi yoktu. Kimsesi olmadığı için birkaç koyunla kısrağı kendisini bol bol geçindiriyordu. Çadırında tek başına sessiz bir hayat sürer, çok konuşmasını sevmediği için de bundan sıkılmazdı. Onbaşı Kara Budak, onun dayısın oğlu idi. Koyunlarının yünlerini Kara Budağın anasına verir, o da bunu eğirdikten sonra Sançar’a yetecek kadar kumaş yapar, kalanını kendi alırdı. Sançar az konuştuğu gibi az da yerdi. Yamtar onun bu haline şaşar, Sançar’ın nasıl yaşadığına akıl erdiremezdi. Onbaşı Sançar oldukça zengindi de… Çadırında bir koç kılıçlar, yaylar, bıçaklar, sadaklar dururdu. Bunların bir kısmı babasından kalmış, bir kısmını da kendisi savaşlarda ele geçirmişti. Şimdiye kadar başı dara gelmediği için evinin eşyasından hiç birini satmamıştı. Hele kürkler o kadar çoktu ki, belki Kara Kağan’da bile bu kadar kürk yoktu. Ama genç onbaşının kaygısızlığı bundan mı ileri geliyordu? Hayır! Onun çadırında 20 kadar değerli kürk, altın kakmalı bir kılıç, gümüşten bir çamçak, bir çok değerli pusatlar olmasa da o gene böyle olacaktı. Onca on kılıçla tek kılıç birdi. Sançar arada bir kendi erlerini toplar, onlara savaş idmanları yaptırırdı. Bu idmanlarda da, savaşta olduğu gibi, yalnız kumanda ederdi. Beğendiğini öğüp beğenmediğine sövmezdi. Onbaşının beğendiği nedir, hangi şeyi yadırgar, sevinir mi, yerinir mi, yüksünür mü, bunlar belli olmazdı. Bu gün akşama kadar tarlası ile uğraşmıştı. İşini bitirip tarlaya şöyle bir göz attı. Yarına pek az iş kalmıştı. Dönecekti. Bu sırada Fu-lin göründü. Fu-lin Çinli bir kadındı. Çin beğlerinden birinin kızı olduğunu herkese söylerdi. Onun beğ kızı olduğunu, Ötüken’de Sançar’dan başka duymayan kalmamıştı. Kocası zengin bir Çin tüccarı idi. İşini o kadar biliyordu ki bir akında çıplak denilecek bir halde tutsak olup Ötüken’e geldiği halde bile birkaç yılda burada zengin olmuştu. Ötüken Türkleri onun adını bilmezlerdi.ona yalnızca Bay Çinli derlerdi. Bay Çinli yalnız ticaretle Türkleri değil, kumarda da Çinlileri soyuyordu. Türkler alış verişte yutulduklarını pek anlamıyorlardı ama kumarda yutulan Çinliler ona diş biliyorlardı. İşte Onbaşı Sançar işini gücünü bitirip de tarlasına baktığı sırada oraya yanaşan Fu-lin bu Bay Çinlinin karısıydı. Onbaşı Sançar’ın asık yüzü Çinlileri pek korktuğu halde Fu-lin hiç çekinmeden yaklaştı. Gülerek:

- Kolay gelsin Onbaşı Sançar, ne yapıyorsun?, dedi.

Toparlama bir sayışla günde on sözden çok konuşmıyan Sançar yirmi yıllık hayatında şimdiye kadar bir Çinliye bir tek söz etmiş değildi. Pek az olmakla beraber, ara sıra kendisine söz söyliyen yahut selam veren Çinlilere de karşılık vermezdi. Onun için Fu-lin’e aldırış etmedi. Fakat kadın kolay kolay gideceğe benzemiyordu: sözünü tekrarladı:

- Kolay gelsin Onbaşı Sançar, ne yapıyorsun?

Sançar buna da cevap vermedi. Kadın, Sançar’ın oldukça yakın komşularından olduğu için onun huyunu suyunu iyice biliyordu. Onbaşı “Kolay gelsin” demesine kızmış olmalıydı. Çünkü ona göre kolay olmıyan iş yoktu. Bundan dolayı Fu-lin sözünü şöylece bir daha tekrarladı:

- Onbaşı Sançar, ne yapıyorsun?
- Görmüyor musun? Tarlaya bakıyorum.

Bu sert cevap kadını sevindirdi. Çünkü tılsım bozulmuştu. Sert de olsa cevap almıştı. Nihayet, Sançar’dan da daha yumuşak bir karşılık bekliyemezdi ya… Kadın bu sırada tarlaya girmişti. Kırıtarak yeni bir soru daha sordu:

- Tarlada ne var?
- Toprak, taş, otlar, solucanlar, bir de sen!

Fu-lin hiç oralı olmadı. Onbaşıya biraz daha yaklaştı:

- Sana bir şey söyliyeceğim.
- Söylemesen iyi olur.
- Neden?
- Çinli sözünden tiksinirim.

Kadın çok pişkin davranıyordu. Bu sözlerden alınmıyor, Onbaşı Sançar’a yaklaşıyor, sokuluyor, kırıtıp kannış(cilve) yapıyordu. Bu kadın bir Çin güzeli idi. İnce ve solgun bir yüzü vardı. Güzel kokular sürünmüştü.

- Onbaşı Sançar! Sana olan sözüm önemlidir.

Onbaşı aldırmadı. Kadın gülümsiyerek ta yanına kadar sokuldu.

- Onbaşı Sançar! Sana çok önemli bir şey söyliyeceğim. Hiç ummadığın bir şey…

Birdenbire Sançar’ın gözleri açıldı.

- Ne! Yoksa benim erlerden biri attan mı düştü?
- Yok canım! Bunda ne var ki? Daha önemli bir şey…
- Kara Kağan mı öldü?
- Hayır daha önemli!
- Ne ise tez söyle! Bana bir aylık sözü bir günde konuşturdun!

Fu-lin oynak bir hal aldı. Şaşkınlıktan taş gibi duran Onbaşının boynuna kollarını dolıyarak:

- Ben sana vuruldum! Dedi.

Onbaşı büsbütün şaşırdı:

- Bundan bana ne be!.. Sen şu diyeceğin önemli nesneyi söyle!...

Kadın sarsılarak gülüyor, başını Onbaşının göğsüne yaslıyordu:

- Söyledim ya, seni seviyorum!
- Söyliyeceğin bu muydu?
- Buydu, sevinmedin mi?..

Sançar, kendisinden sevinç bekliyen kadını bir itiş itti ki.. Fu-lin, birkaç adım geri fırlıyarak yumuşak tarlaya düştü. Düşüşten sersemlemişti.

Sançar bağırdı:

- Sen usunu mu kaçırdın be? Bir Türk çerisinin attan düşmesi, Kara Kağan’ın ölmesi önemli değil de senin bana gönül vermen önemli öyle mi? Çıldırmışsın! Çin’e akın edip atanı, ananı, soyunu, sopunu kestiğim, malını, yurdunu yağma ettiğim için mi bana vuruldun?

Sançar geri döndü. Çadırına yöneldi. Artık gün batmıştı. Fu-lin olduğu yerde doğruldu. Kızgın yüzü yavaş yavaş değişti. Gülümser oldu. Sona dudaklarının arasından şunları mırıldandı:

- Sen de yola gelirsin Onbaşı Sançar. Ötekiler de önce senin gibiydiler, görüşürüz..