Güneş Türkeli’ne yeni bir yaz daha getirmişti. Fakat artık Ötüken Gök Türkler’in değildi. Sıtarduşlar oraya hakim olmuşlar, hanları da Çur Bilge Kağan adı ile Gök Türkler’e rakip bir durum almıştı. O korkunç kıtlık geçmiş, ölen ölüp kalan kalmıştı. Yamtar, Sançar ve Gök Börü kımız içiyorlardı. Yamtar’ın karnı tok, sırtı pek olduğu için keyfi yerinde idi. Söz dönüp dolaşıp Tulu Han’a geliyordu. Tulu Han hapisten çıktıktan sonra Kara Kağan’ı tanımamış, Çin’e elçi gönderip yardım dilemişti. Gök Türk Kağanlığının tahtını dava etmekten bir türlü caymıyordu. Yamtar:
- “Çin kağanı bu kez Tulu Han’a yardım etmedi” dedi.
Gök Börü:
- “Tulu Han en iyi elçilerini yitirdi de ondan” diye cevap verdi.
Yamtar sordu:
- Bu iyi elçiler kim?
Gök Börü her zaman olduğu gibi sert sert ve öfkeli konuşuyordu:
- Baş elçisi Binbaşı Çamur Beğ’di. Tulu Han hapiste iken onu buğa süstü (boynuzladı). Bağırsakları dışarı uğrayıp öldü. Bir de onun yardımcısı Onbaşı Pars vardı.
Yamtar’ın gözleri açıldı:
- Ne Pars mı? Bizim Pars mı?
- Bizim Pars olur mu? Başka Pars. Onu da Yüzbaşı Yağmur Beğ öldürdü.
Yamtar ferahlamıştı. Bu ferahlıkla bir çamçak kımız daha içti. Gök Börü tamamladı:
- Bir de Çinli Çang-su vardı. Tulu Han Çin’e elçi gönderdikçe dilmaçlığı bu herif yapardı. Yüzbaşı Yağmur onu da, Gümüş’ü ardından gönderip temizletti.
- İyi olmuş. Şu yüzbaşıyı görürsem ona iki çamçak kımız vereyim.
Yamtar’ın çadırında idiler. Bir yandan kızarmış et yiyorlar, durmadan da kımız içiyorlardı. Bir aralık Yamtar elini sırtına götürerek sıvazladı. Sonra:
- Uykudan kalksam kış içindeyiz sanırdım. Soğuk mu var, nedir? Bu kadar kımız içtiğim halde üşüyorum. Yaz günü de böyle üşündüğünü kimseden işitmemişti.
Gök Börü ellerini uğuşturdu:
- Yahşı söz ettin. Benim de ellerim donmuş. Yoksa çok kımız içip esridik mi?
- Esriyen kişiye dünya sıcak gelir. Biz ise neredeyse donacağız.
Hiç söze karışmıyan Sançar’da üşüdüğünü anlamıştı. Yazın bu en sıcak ayında böyle soğuk nasıl olurdu? Bu işte elbet bir yanlışlık vardı. Sançar bunu anlamak için kalkıp kapıya yöneldi. Gün batmak üzere idi. Sırtları kapıya dönük olan Yamtar’la Gök Börü arkalarına soğuk bir rüzgârın değdiğini duyarak başlarını kapıya çevirilirlerken kapının dışındaki gürültüden Sançar’ın yere düştüğünü anladılar. Arkasından Sançar’ın o ünlü kahkahası ortalığı çınlattı. İki anda bir an için bakıştıktan sonra fırlayıp kapıdaki keçeyi araladılar. Aman ulu Tanrı!... Koca Yamtar’ın gözleri yuvasından uğrayıp ağzı açıldı. Yalnız “ vay, vay, vay!...” diye haykırabildi. Deli Gök Börü ise o kadar şaşırmıştı ki şaşkınlıktan yere yuvarlandı. Yazın ortasında kuşbaşı kar yağıyordu. Kapının önündeki kardan Sançar’ın ayağı kayarak yere düşmüştü. Bir yandan da katılıyor, bir yandan da:
- “Bizim çadırda kımız içerken dört ay geçip kış gelmiş de haberimiz olmamış” diye söyleniyordu. Bu sırada Yamtar’ın beş yaşındaki kızıyla dört yaşındaki oğlu karların arasında düşe kalka koşarak geliyorlardı. Yamtar onları görünce biraz toparlanarak sordu:
- Ulan, bu ne?
Sanki yazın ortasında kar yağmasından sorumlu olanlar küçük çocuklarmış gibi koca yüzbaşı onlara bakıyor, onları sorguya çekiyordu. Kız, korkulu ve şaşkın gözlerle babasına bakıyor, soğuktan titreyip dişleri birbirine vurarak söylüyordu:
- Baba! Biz kırda oynarken birdenbire kar yağmağa başladı. Çok üşüyoruz baba…
Fakat Sançar’ın kahkahaları bütün sesleri bastırıyor, konuşmağa imkan vermiyordu. Yamtar ne yapacağını şaşırmıştı. Sançar’ı susturmak için onu atının sırtına bağlayıp koşturmaktan başka çıkar yol yoktu. Halbuki Sançar’ın atı şimdi burada değildi. Hem de Sançar’la uğraşırsa çocuklarla kendisi de donacaktı. Yere düşmüş olan Gök Börü’yü bir davranışta kaldırarak bağırdı:
- Çabuk, Sançar’ı içeri getir!
Kendisi de çocukları yakalıyarak içeri girdi. Hemen onları bir keçeye sararak oturttu. Sırtına kışlık kürkünü geçirdi. Gök Börü’nün içeri getirip bıraktığı, katılmak üzere olan Sançar’ı kavrayınca Gök Börü’nün sırtına verdi. Savaşta buyruk veriyormuş gibi buyurdu:
- Çadırın içinde Sançar’ı koştur. Hem sen ısınırsın, hem de o katılıp soluğu kesilmeden kurtulur. Çabuk davran!
Sırtında Sançar olan Gök Börü çadırın içinde koşarken Yamtar hızla yedek çadır direklerini çıkarıp kırdı. Kavla tutuşturarak yaktı. Birdenbire gelen kıştan ölmemek için yapılacak başka iş yoktu. Çocukları ateşin başına getirdi. Sonra kürkünü çıkarıp yere atarak yorulmuş olan Gök Börü’nün sırtından Sançar’ı aldı. Ona kürkü giyip ateşin karşısına geçmesini söyledikten sonra kendisi çadırın içinde Sançar’ı koşturmağa başladı. Yamtar çok güçlü olduğu için çabuk yorulmıyacaktı ama çadır dar olduğu için döne döne koşmak mecburuiyeti başını döndürüyor, kpşarken sendeliyordu. Sançar ise gözlerinden yaşlar boşanarak kahkahaları atıyor, katılmak derecesine geliyor, bir yandan da: “Yamtar’a bak!... Kara Kağan’ın aygırlarından daha eşkin koşuyor” diye söyleniyordu. Böyle tuhaf bir şeyi ilk defa gören çocuklar da gülmeğe, kahkahalar savurmağa başlamışlardı. Deli Gök Börü ilk önce Sançar’a öfkeli öfkeli bakıyordu. Çocukların gülüşü ona gerçekten gülünecek bir şey olduğunu hatırlattı. Yamtar’ın kocaman kürkü içinde kendisinin bir çocuk kadar kalışı da tuhafına gitti. O da kahkahalarla gülmeğe başladı. Yamtar, hem sendeliyerek koşuyor, hem de alnından terler damlıyarak şöyle diyordu:
- İyi oldu. Kızıştım. Yoks asoğuktan donacaktım. Sizde amma gülüyorsunuz be!... Gülünecek ne var ki?.. Pek de yok değil ya…
Ve dayanamıyarak o da gülmeğe başladı. Kahkahalar atan Sançar sırtında olduğu halde o da gülüyor, kahkahalar savuruyor, bir yandan da çadırın içinde fır dolayı dönüyordu.
Yazın en sıcak çağında beş gün, Türkeli karakış varmış gibi soğuktan donup bunaldı. Hazırlığı olmıyanlardan donup ölenler, sayrı düşenler vardı. Herkesi bir korku bürümüştü. Bu, herhalde Tanrı’nın bir öfkesi olmalıydı. Türkeli’nin en kocamışları bile yaz ortasında böyle bir ne görmüşler, ne de kendi atalarından, dedelerinden işitmişlerdi. Evet, herhalde Tanrı öfkelenmiş, Türkler’e gücenmiş olacaktı. Herkes bunu düşünüyor, buna bir sebep arıyordu.
Tanrı elbette öfkelenirdi. Kara Kağan bir yerde durmuyor, oradan oraya göçüyordu. Türkler artık eskisi gibi ölülerini yakmıyorlar, gömüyorlardı. Kağan, Çinli İ-çing Katun’un szölerine kanmakla kalmıyor. Şen-king’i Türk beğleri gibi tümenbaşı yapıyordu. Tulu Han, durumu unutarak ayrı kağanlık kurmak davasının ardından koşuyordu. Çinlilerden gelen belâ yetmiyormuş gibi kağan şimdi de Çao-teyen adlı bir Çin bilgininin sözleriyle iş görür olmuştu.
Yamtar o geceyi nasıl atlattığına şaşıyordu. Hem Sançar’ı katılmaktan, hem de çocuklarla Gök Börü’yü donmaktan kurtarmıştı. Son kıtlıktan sonra kendilerini yeni yeni toparlamağa çalışırken bu beş günlük don yeniden bir çok hayvanları öldürmüş, kendilerini yine acınacak duruma sokmuştu. Soğuklar geçmişti ama budundaki ürküntü geçmemişti. İçlerinde anlaşılmaz bir acı, büyük bir korku vardı. Onlara gökten belâ yağacakmış gibi geliyordu.
Bir akşam Yüzbaşı Yamtar çocuklarıyla birlikte yemeğini yiyip kalkmıştı ki, birdenbire çadırın kapısı açıldı. Çıranın sönük ışığı altında Yamtar, Gök Börü’nün sapsarı benzini seçmekte güçlük çekmedi. Andasında bir olağanüstülük olduğunu anlıyan Yamtar, “Ne var Gök Börü” diye sorarken karşısındakinin titremekte olduğunu da gördü. Gök Börü söz söyliyemiyordu. Çeneleri birbirine çarpıyor ve kıpırdamadan Yamtar’a bakıyordu. Dirliğinde hiçbir şeyden korkmamış olan bu Ötüken delisini böyle titreden şey ne olabilirdi?
Bugünlerde Tanrı’nın öfkesi üzerlerine yağmakta olduğu için Gök Börü’nün korkusu yavaş yavaş Yamtar’a da bulaşıyordu. Omuzlarından tutarak onu sarstı: “Söylesene ne var” diye bağırdı. Gök Börü yine ağzını açmadı; yalnız Yamtar’ı kolundan tutarak onu çadırın kapısından dışarı çekti. Yine kar ve buz görecğini sanan, fakat böyle bir şey görmediği için ferahlıyan Yamtar’a göğü gösterdi. Yamtar bir irkildi; gözlerini uğalıyarak yine göğe baktı. Sonra Gök Börü’nün yakasına yapışarak ve korkudan titreyerek: “Bu da ne?” diye bağırdı. İki anda birbirlerine sarılarak titremeğe başlamışlardı. Çünkü gökte üç tane ay birden parlıyordu. Onlar böyle dururken birdenbire uzaktan bir haykırış işittiler. Sonra bir koşuşma, bir gürültü oldu. Biraz sonra bütün Türkeli ayakta idi. Bağrışıyorlar, kılıçlarıyla kalkanlarına vurarak gürültü yapıyorlar, göğe ok fırlatıyorlardı. Yamtar “Durmak olmaz” diyerek Gök Börü’yü çadıra çekip pusatların durduğu yere götürdü. Çabucak birer sadak takındılar. Birer kılıçla kalkan alıp dışarı fırladılar. Onlarda kılıçlarını kalkanlara vurmağa, göğe ok fırlatmağa başladılar. Kadın, erkek, çoluk, çocuk binlerce kişinin bağrışması korkunç bir gürültü yapıyor, köpekler uluyarak, atlar kişniyerek, inekler böğürerek bu gürültüyü arttırıyorlardı.
Üç ayın birleşmesini boşuna bekliyerek bağırıp yoruldular. Aylar, batıncaya kadar birleşmedi. Batıp ortalığı karanlığa bıraktıktan sonradır ki bu korkunç ve coşmuş insanların gönüllerine biraz su serpildi. Çadırlarına çekilip uyudular. Buna uyudular denemezdi. Yorgunluktan hepsi sızmışlardı.
Fakat bütün Elde uyumıyan bir kişi vardı. Binbaşı Bögü Alp sabaha kadar Kıraç Ata’nın sözlerini düşünmüştü. Bögü Alp’ın beynine işlenmiş olan bu sözler yavaş yavaş gerçekleşiyordu. Kıraç Ata demişti ki: “Büyük günler geliyor… Kıtlık olunca ay parçalanacak… Kara Kağan’ı öldürmiyeceksin… Onu tasa öldürecek… Bir ulu şehirde toplanmış kırk er görüyorum… Aralarında sen de varsın… Yağmur yağıyor… Irmağın kıyısında dövüşüyorsunuz… Budun kurtuluyor… Adınız unutulmıyacak… Bin üç yüz yıllık ölümden sonra dirileceksiniz… Acunun batımına dek adınız gönüllerde kalacak….”
İşte kıtlık olduktan sonra ay parçalanmıştı. Demek ki sıra Kara Kağan’ın tasadan ölmesine gelmişti. Bögü Alp, Kıraç Ata’nın sözlerini, o sözler söylendiği zaman bu kadar iyi kavrıyamamıştı. Şimdi, işler olduktan sonra, eskiden kavrıyamadığı o sözlerin ne büyük gerçekler olduğunu anlıyor, derin derin düşünüyordu. Bir ulu şehirde toplanmış olan kırk er caba kimlerdi? Bu ulu şehir neresi olabilirdi? Hele bin üç yüz yıllık ölümden sonra dirilmek?...
Bögü Alp’ın gönlünde anlaşılmaz bir sıkıntı vardı. Tan yeri ağarmadan çadırından çıkmış, kırda, bayırda gezinmeğe başlamıştı. Nereye gittiğini kendisi de pek bilmiyordu. Ne yaptığının da farkında dğeildi. Bir aralık kendisine geldiği zaman bir tümseğe yaslanmış olduğunu, güneşin doğmak üzere bulunduğunu gördü. Birdenbire beyninde şimşek gibi bir düşünce çaktı: Acaba yine Kıraç Ata’ya gitse nasıl olurdu? Acaba Kıraç Ata sağ mıydı? Bögü Alp gitmeğe karar vermek üzere idi. Birdnebire gözleri ileriye takıldı. Tuhaf şey!... Topraktan kızıl duman çıkıyordu. Şimdiye kadar böyle bir şey görmemişti. Yazın kar yağdıktan, gökte üş ay görüldükten sonra şimdi de yerden kızıl bir buğunun fışkırması ne anlaşılmaz, ne inanılmaz şeydi.
Güneş yükselirken buğular da artıyor, dumanlaşıyordu. Adımları, Bögü Alp’ı evine doğru sürüklerken bir çok kişiler de şaşkınlık ve korku ile yeri kaplıyan kızıl dumana bakıyorlar, bir çokları da pusatlanarak çadırlarının kapısında bekleşiyorlardı. Hiç kimse olan işlerin iç yüzünü anlıyamıyordu. Ne kamlar, ne ozanlar, ne beğler, ne kocamışlar bu işlere bir kulp takamıyorlardı. Herkes başlarında bir felaketin dolaştığını sezip duruyor, buna karşı bir şey yapamamanın verdiği tevekkülle boynunu büküp susuyordu. Kış, kıtlık, açlık, sayrılık Türkeli’ni kasıp kavurmuş, çoğu ölmüş, kişiler ve atlar arık kalmıştı. Tanrı’nın öfkesi herhalde daha geçmemiş olacak ki şimdi de yaz ortasında don oluyor, ay üçe bölünüyor, yerden kızıl dumanlar fışkırıyordu.
Tanrı’nın Türkler’e öfkesi daha geçmemişti…