S.29

Güz gelmişti. Ötüken’de serin, hatta sert rüzgârlar esiyordu. Dört andalar, yani Yamtar, Sançar, Sülemiş ve Gök Börü, Onbaşı Sülemiş’in çadırında toplanmışlar, kımız içiyorlardı. Artık aralarında bulunmıyan arkadaşlarını, selde boğulan Onbaşı Buğra’yı, idam olunan Onbaşı Karabudağ’ı, Çin seddinde ölen Onbaşı Arık Buka’yı, kaçan Onbaşı Pars’ı anıyorlardı. Hele Pars’ın eksikliği kendini çok belli ediyordu. Nereye gittiğini kesin olarak bilmiyorlardı. Yamtar, Binbaşı Işbara Alp batıda Binbaşı Barman Beğ’le anda olduğu için oaraya gitmiş olacağını mümkün görüyordu.

Sülemiş:

- “Pars’ın Almıla ile kaçışı korkarım bizim binbaşının tümenbaşı olmasına engel olmasın” dedi. Onbaşı Gök Börü her zamanki öfkeli durumu ile:
- “Olabilir. Dizginler İ-çing Katun’un elinde” diye cevap verdi.

Onbaşı Yamter, bu kış da Ötüken’de kıtlık olur mu diye düşünüyordu. Ham de bu yıl Ötüken’de güreş tutup yenilerek tavşanını Yamtar’a verecek bir Çalık da yoktu. Batı elinde yediği bol ve tatlı yemeklerin hayali zavallı Yamtar’ı daha şimdiden perişan ediyordu. Sançar ise âdeti olduğu üzere asık yüzle oturuyor, söze karışmıyor, pek az kımız içiyordu. Bu sırada bir atın ayak sesleri işitildi. Sülemiş kim olduğunu anlamak için dışarı fırladı. Biraz sonra Onbaşı Burguçan’la birlikte içeri girdi. Burgaçan gülümsüyordu:

- “Size sevineceğiniz bir haber getirdim. Bilin bakalım nedir?” dedi.

Sülemiş atıldı:

- Çin’e akın mı var?
- Değil.

Yamtar sordu:

- Çin kağanından yiyecek hediye mi geldi?
- Değil.

Gök Börü söze karıştı:

- Yoksa İ-çing Katun mu öldü?
- Bilemedin.

Sançar yine susuyordu. Yamtar ona döndü:

- “Sançar! Biz bielmedik. Sen bil bakalım” dedi.

Sançar ters ters cevap verdi:

- Banan ne be!

Burguçan meraklarını giderdi:

- Işbara Alp tümenbaşı oldu. Bundan sonra kendisine Işbara Han denecek.

Bu söz üzerine Sançar’dan başka hepsinin yüzleri hülümserken Burguçan devam etti:

- Yüzbaşı Bögü Alp binbaşı oldu. Onbaşı Yağmur da yüzbaşı oldu.

Yamtar bir çamçak kımızı daha bir dikişte içtikten sonra düşüncesini söyledi:

- Hepsi yerinde. Üçü de bunu hak etmişlerdi. Yalnız eksik bir şey kalıyor.
- Eksik kalan nedir?
- Bende bir tok onbaşı olmak isterdim.
- Tokluk rütbe değil ki kağan sana versin.
- Kağan bana tokluk vermezsa bir sürü “toklu” (kuzu) da veremez mi? Bu kış açlıktan kurtulurdum.

Bu haber gerçekten hoşlarına gitmişti. Kımızlar boyuna içiliyordu. Burguçan bir çamçaktan arık içmemiş, onların yanından çıkarak atına atladığı gibi kuzeye doğru sürmüştü. Bu sürüş sebepsiz değildi. İki yıldır gönül çektiği bir kızı almağa gidiyordu.

Onbaşı Burguçan atını dört nala sürdü. Sonra tırısladı. Varacağı yere gece olurken erişecekti.

Yolun yarısında mola vermek için ilerde gözüken ağaçlığı elverişli bulup oraya doğru at sürerken ağaçlığın boş olmadığını orada gördüğü atlardan anladı. Genç bir kadınla bir erkek atlarından inmiş, galiba dinleniyorlardı. Epey uzakta da yine birkaç kişi daha gözüküyordu. Burguçan yanlarına varınca erkek güvensiz gözlerle ona baktı. Be gelişten hoşlanmadığı anlaşılıyordu. Burguçan atından inerken yabancı dik bir sesle sordu:

- Kimsin? Burada işin ne?
- Bana Burguçan derler. Sen kimsin?
- Onbaşı Pars!

Burguçan sözü kısa kesip dinlenmek üzere yere uzanmak istiyordu. Fakat beriki, işi uzatıyordu:

- Buraya neye geldin?
- Kız almağa…
- Adama kolay kolay kız vermezler.

Burguçan gülümsedi:

- Ben almasını bilirim.

Bunun üzerine Onbaşı Pars birdenbire kükredi:

- Çaşıtsın değil mi? Nice gündür ardımda olduğunu bilmiyor değilim. Onbaşı Pars’ı kovalamanın ne demek olduğunu sana göstereceğim. Çabuk davran, yoksa geberirsin!

Pars, yıldırım hızıyla kılıç çekti. Burguçan da öyle yaptı. Kılıçlar birbirine değdi. Genç kadın kıyıya çekilmiş vuruşu seyrediyordu.

Bu sonsuz bozkırda şimdi bir ölüm dirim savaşı oluyordu. Bozkırın değişmez yasasına göre iki er burada bir ülkü, bir düşünce, bir eğlence yahut bir hiç için savaşıp vuruşacaklar, sonunda biri, belki her ikisi, bir daha kalkmamak üzere düşecek, doymaz bozkır düşenin gövdesini kendisine gıda yaparak sessiz yaşayışına devam edecekti.

Kılıçlar birbirine çarptık şimşek çakıyor, vuruşçular saldırış yaparken savaş uranı bağırıyor, genç kadın dövüşenlere korku ile bakıyordu. Burguçan, karşısındakinin bir saldırışını önledikten sonra sert bir kılıç savurdu. Kılıç bu sefer yerini bulmuş, Pars’ın sağ şakağından çenesine kadar derin bir yara çizmişti. Kanlar giyimine akıyor, fakat o hiç aldırış etmeden dövüşe daha büyük hızla devam ediyordu. Burguçan dövüşe yorgun argın başladığı için kesilmeğe, solumağa başlamıştı. Pars’ın bir vuruşu göğsüne değip kanlar sızmağa başladıktan sonra daha çok yoruldu. Bir aralık soluk aldılar. Sonra yeniden birbirlerine saldırarak vuruşmağa devam ettiler. Geniş alanda sere serpe çarpışıyorlar, ileri geri sıçrıyorlardı. Vuruşun en sert anında Burguçan’ın elinden kılıcının düştüğü, Burguçan’ın bir adım geriye hoplıyarak bıçağa el attığı görüldü. Bıçak sert bir çekişle kınından sıyrıldı ve üç adım ilerdeki Pars’a fırladı. Pars bıçağı göğsüne yiyerek diz üstü çökmüştü. Fakat büyük yiğitlikle sol elini bıçağın sapına getirdiç kavrayıp çıkardıktan sonra Burguçan’a fırlattı. Omzuna saplanmış olan bıçağın acısıyla sendeliyen Burguçan’ın üzerine saldırarak kılıçla yaman bir dürtüş yaptı. Onbaşı Burguçan kütük gibi bir yıkılışla toprağa serildi. İki eliyle göğsünü tutarak inledi.

Onbaşı Pars ayakta güç duruyor, sendeliyordu. Kanlı kılıcını kınına güçlükle soktuktan sonra atına doğru yürüdü. Ses çıkarmadan dövüşü seyretmiş olan genç kadını saygı ile ata bindirdikten sonra kendisi de atına atladı. Kan içinde olduğu halde, ilerde gözüken adamlara doğru yol aldı. Bir zaman sonra hepsi birden ufukta kayboldular.

Akşam oluyordu. Bir atlı, Burguçan’ın yattığı yere doğru geliyordu. Uzaktan keskin gözlerle bakarak bir atın binicisiz durduğunu, biraz yaklaşınca da yerde birisinin yattığını görmüştü. O zaman dört nala ilerlemiş, Burguçan’ın yanında yere atlamıştı. Bu gelen atlı, Binbaşı Bögü Alp’tı. Baygın yatan yaralıya bakınca Onbaşı Burguçan’ı tanıdı. Yaralının başını eliyle tutup kaldırarak seslendi:

- Onbaşı! Onbaşı! Ne oldun?

Burguçan inliyerek gözlerini açtı. Bögü Alp’ı tanımıştı:

- Bozkırın yasasına uydum Tanrı’ya gidiyorum binbaşı.
- Burada ne işin vardı?
- Sevdiğim kıza gidiyordum.
- Neden vuruştun?
- Bilmiyorum…

Bögü Alp’ın kaşları çatıldı. Burguçan galiba sayıklıyordu. Yeniden sordu:

- Seni kim yaraladı?
- Onbaşı Pars.
- Ne? Onbaşı Pars mı?
- Evet.
- Şu onbaşıyı bana tarif edebilir misin?

Burguçan sararıyordu. Kan, damarlarından çekiliyordu. Gözlerini kapadı. Bögü Alp sorusunu tekrarladı. Onbaşı gözlerini güçlükle açabildi:

- Yüzüne uzun bir kılıç yarası açtım. Şakağından çenesine kadar…

Onbaşının gözleri tekrar kapandı. Sesi yavaşlıyarak: “Sevdiğim kız artık beni beklemesin” dedi, Bögü Alp, kolundaki yaralının gülümsediğini, bir şeyler mırıldandığını gördü. İşitebildiği biricik söz “ bozkır yasası” olsu…



Yasa, yasaya baş eğen oğullarından Burguçan’ı almıştı…