S.51

Bögü Alp uzun süren bir talimden sonra evine dönmüştü. Çinli çerilere en kolay şeyleri öğretmek bile güç oluyordu. Çin kağanının özel çerisindeki Türklerle başı hoştu. Bunlar ok atmasınıi kılıç savurmasını, kargı sançmasını, ata binmesini zaten biliyorlardı. Hep birlikte saldırış, boru ile toplanış, birden yüzgeri ediş de onlar için su içmek gibi idi. Fakat on sekiz yaşına kadar eline pusat almamış , ata binmemiş Çinlilerden çeri yetiştirmek üzücü bir işti. Kavrayışları da yoktu. Çinliler çeri olmak için değil, dokuma yapmak, yemiş yetiştirmek ve filozof olmak için yaratılmış yarıbuçuk kişilerdi. Halbuki kendi çocukları bile bu Çinli çerilerden daha yahşı savaş usulleri biliyordu. Hatta Bögü Alp’ın sekiz yaşındaki kızı ok atmakla, ata binmekte onlardan usta idi. Bu düşüncelerin içinde çocuklarını çağırdı. Onlarla yine her günkü talimleri yaptı. Sonra her akşam yaptığı gibi Siganfu sokaklarında gezintiye çıktı. Bu gezintiler aylardan beri sürüp gidiyor, fakat kimsenin gözüne çarpmıyordu. Bögü Alp’ın çok defa aynı yerlerde dolaşıp geceleyin evine dönmesinde elbette bir sebep vardı ama bunu kendisinden başka yalnız bir kişi daha biliyordu.

Gece oluncaya kadar dolaştıktan sonra çok dar sokakların birinden dönmeğe başladı. Gök epey bulutlu idi. Yarılanmış bir ay bulutlardan kurtuldukça sokakları oldukça ışıtıyordu. Yine ayın ışık serptiği bir anda, ilerde bir Türk’ün yavaş yavaş yürümekte olduğunu gördü. Börkünden ve kılığından Türk olduğunu anladığı bu kişi, Bögü Alp’a gizli bir istekle ve ihtiyatlı olarak yürüyor gibi geldi; adımlarını yavaşlattı. Keskin bakışlarını karanlığa dikerek onun ne yaptığını görmek istedi. Başka bir zaman olsaydı Bögü Alp başkasının açık ve gizli herhangi bir işiyle ilgilenmez, geçerdi. Fakat şimdi durum o durum değildi. Bögü Alp her gizli hareketle, her şüpheli adamla ilgilenmeğe mecburdu. Niçin mi? bunu biraz sonra kendiliğinden öğreneceğiz...

Bu sırada ay birdenbire buluttan kurtularak ortalığı aydınlattı. Bereket versin ki sokak eğri büğrü olduğundan her zaman sığınacak gölge bulmak kabildi. Bögü Alp da öyle yaptı: Önce bir gölgeye, sonra bu gölgeyi yapan çıkıntının arkasına gizlendi. İlerde yabancı da önce bir gölgeye saklanmıştı. Bögü Alp onun ileriden çok geriyi kolladığını görünce bulunduğu yerde kıpırdamadan durdu. Yabancı Türk bir zaman öylece durup ayın buluta girmesini bekledikten sonra istediği olmayınca gölgeden çıktı. Hızlı adımlarla yürüyerek biraz ilerdeki bir evin kapısına geldi. Bögü Alp saklandığı yerden bu yabancının kapıya yavaşça vurduğunu, sonra kapının açılarak içeri girdiğini gördü.

Merakla yavaş yavaş kapıya yaklaşarak inceledi. Ötekilerden daha büyük bir evin kapısıydı. Artık gözü kapalı gelse bulabilirdi. Yarın gece yine gelmek niyetiyle dönmek üzere idi. Birdenbire aklına Kıraç Ata’dan dönerken gördüğü dört atlı ve bunların arasındaki Onbaşı Pars geldi. O zaman o dört atlının işine karışsaydım belki Tulu Han’ın ayrı kağanlık gütmesine engel olup bir çok kötülükleri önliyebilirdim diye düşündü. Bu düşüncenin verdiği ürküntü ile bulunduğu yerde kaldı. Sokaktan geçenler pek azdı.

Çok beklemedi. Kapı yavaşça açıldı. Ay, Bögü Alp’a yardım ediyordu. Işığını tam o sırada yine saçmış, Bögü Alp da evden gizlice çıkan Türk’ün Yüzbaşı Üçoğul olduğunu görmüştü.

Bögü Alp incelemelerini derinleştirdi. Bu evin zengin bir Çinli tüccara ait olduğunu öğrendi. Üçoğul buraya sık sık geliyordu. Niçin geliyordu? Bögü Alp, epey önce Siganfu’daki Türk beğlerinin evlerini birer birer gezdiği zaman Üçoğul’un karısı suna boylu, çok güzel, Almıla’yı hatırlatan bir kadındı. Bu kadını dadanmak Bögü Alp’ın kavrıyamadığı bir işti. Siganfu’da Türk Türesi yürürlükte değildi ama evli kadına ilişmek de ayrıca büyük suç, bir ayıptı. Yoksa işin içinde başka bir iş mi vardı? Bögü Alp bunu da hesaplıyarak zengin Çinli tüccarın dükkânına gitti. Yaşlı, sıska, gözü akçadan başka bir şey görmiyen bu adamla epey alış veriş etti. Ondan bazı bilgiler edinebilmek umuduyla sık sık dikkâna uğrar oldu. Fakat fazla bir şey öğrenemedi.

Bögü Alp bir ayda Üçoğul’un iki defa o eve girdiğini gördü. Hattâ bu girişlerin biri epey meraklı oldu. Üçoğul girdikten epey sonra ev sahibi olan Çinli de geldi. Evin içinde her zamanki sessizlik devam ediyordu. Biraz vakit geçti. Kapıyı yavaşça açıldı. Üçoğul bir gölge gibi sıyrılıp uzaklaştı. Bögü Alp durumu kavrıyamamış, içine kurt düşmüştü. Acaba Üçoğul’la Çinli bu gece konuğunu biliyor muydu? Öyle ise?... Öyle ise ikisi, kendi aralarında mı bir şeyler konuşuyorlardı? Konuşuyorlarsa ne konuşuyorlardı? Sakın...

Bögü Alp, bu işlerin hiç de savaş işlerine benzemediğini görüyordu. Bunlar çetrefil, ince işlerdi. Kendi usu bu işlere pek yatmıyordu. Bunu hiç kimseye de açmamıştı. Kendi kendine bu bilmeceyi çözmeye uğraştıkça bilmece daha çapraşıklaşıyordu. Hele bir gün Üçoğul özel çerideki yumuşunun başında da bulunmayınca Bögü Alp ne diyeceğini, ne düşüneceğini şaşırdı.

Bir gün Türk beğleri Siganfu yöresindeki dağlarda ava gitmişlerdi. O gün Bögü Alp’ın gözünden kaçmıyan şey şu oldu: Üçoğul bir tek av avlıyamadı. Nişancılıkta sona kaldı. Kılıç oyununda yenildi. Güreşte iki gözü kör olan Gök Börü’ye alt oldu. At yarışında da geride kalıp ortalıktan çekildi. Onu ancak ertesi günü çeride görebildiler.

Bögü Alp aklına gelen bir şeyi yapmayı tasarlıyarak bir gün Yamtar ve Üçoğul’u yanına aldı. Atla Siganfu’nun içinde bazı yerleri dolaştı. Sonra Üçoğul’un yanına aldı. Atla Siganfu’nun içinde bazıyerleri dolaştı. Sonra Üçoğul’un geceleri girdiği evin sahibi olan zengin Çinli’nin dükkânına geldi. Atlarından atladılar. Bögü Alp, Üçoğul’un yüzünü kaçırmadan konuşuyordu. Birkaç şey aldıktan sonra tüccara:

- “Arkadaşlarımı tanıyor musun?” diye sordu.

Tanımıyordu. Yamtar’la Üçoğul’u adlarını söyliyerek tanıştırdı. Çinlinin yüzünde ne ufak bir değişiklik olmamıştı. Gülümsiyerek onlara mal satmak için dil döküyordu. Yamtar, içinde yiyecek bulunmıyan bu dükkâna isteksizlikle bakıyordu. Fakat Üçoğul Çinli tüccarın adının Ling-tao olduğunu Bögü Alp’tan işitince o zamana kadar sakin olan yüzünde bir değişiklik oldu. Kaşları çatılıp gözleri ilgi ile bakarak:

- “Ling-tao mu?” diye sordu. Bögü Alp da gözlerini ona dikerek:
- “Evet! Tanıyor musun?” dedi.

Üçoğul, Çinli tüccarı uzun uzun süzdükten sonra gülümsedi. Sonra yere bakarak:

- “Hayır!” diye cevap verdi.

Bögü Alp yine kesin bir şey anlıyamamıştı. O gece Yumru’yu yanına alarak Çinlinin dükkânını ve evini gösterip belledikten sonra şu buyruğu verdi:

- Gündüzleri dükkânı, geceleyin de evi gözetliyeceksin. Dükkâna Türkler’den kim uğruyor, geceleyin eve kim giriyor öğreneceksin. Kendini açığa vurmadan işi yürüteceksin. Kendi açığa vurmadan işi yürüteceksin. Gördüklerini kimseye söylemeyip bana diyeceksin!

Yumru yere diz vurdu:

- Buyruk senindir!

İlk günleri ne dükkâna, ne de eve hiçbir Türk uğramadı. Beşinci günün gecesinde Üçoğul eve girip uzunca kaldı. Birkaç gün sonra üstüste iki gece daha eve geldi. Bundan sonra dükkâna da uğramağa başladı. Çinli ili iyice tanış oldu. Yumru her günkü sonucu Bögü alp’a bildiriyordu. Bir gün pek heyecanlı geldi. Önemli bir ipucu yakalamış gibiydi.

- “Üçoğul yine dükkâna uğrayıp uzun uzun konuştu. O ayrıldıktan sonra ben dükkâna gittim. Çinli pek sevinçliydi. Üçoğl’un akşam geç vakit almak üzere bir yığın mal ısmarladığını söyledi.
- Sonra?
- Sonra Üçoğul akşam dükkâna gelmedi. Çinli onu beklerken o öteki eve girdi.

Bögü Alp kurnazlığı anlamıştı. Üçoğul Çinliyi geleceğim diye oyalıyarak rahatça eve girip çıkmıştı. Yumru’nun anlamadığı nokta ise Türk beğinin sözünde durmamasıydı.

Büyük bir üzüntü içinde:

- “Üçoğul yalan söyledi” dedi.