Işbara Han’ın onbaşılarından Üçoğul, açıkgöz bir onbaşıydı. Çinle barış olduğu zaman sınıra gidip alış veriş yapar, hattâ daha içerlere bile giderek kendisine kazanç sağlardı. Tulu Han elçi olarak Çin’e gidip Kara Kağan adına barış yaptıktan sonra sınırda alış veriş başlamış, bir çok Türkler, teker teker, yahut küme küme sınıra giderek alış verişe başlamışlardı. Ati sığır, koyun, kürk satıyorlar, pirinç, darı, kumaş alıyorlardı. Üçoğul birkaç kere Çin’e gidip geldiği için biraz Çince de biliyordu.
Arkadaşı Karabudak’ın kızkardeşiyle evlendikten sonra bir oğlu olmuş, verdiği söz gereğince adını Karabudak koymuştu. Başında çok kalabalık olmadığı için geçim darlığı çekmiyordu. Çinle barış yapılıp sınır açılınca satılacak iki atla beş koyunu önüne katarak sınıra ulaşmıştı.
Burada yer yer pazarlar kurulmuştu. Hararetli bir alış veriş yapılıyordu. Satılık malı olan Türkler mallarını dizip bekliyorlar, bir Çinli kendilerine yaklaşıp alış veriş teklif bekliyorlar, bir Çinli kendilerine yaklaşıp alış veriş teklif edince pazarlığa başlıyorlardı. Üçoğul atlarıyla koyunlarını bir arada serbest bırakıp önlerine biraz kuru ot verdikten sonra kendisi at üzerinde yemeğini yemeğe başladı. Alıcı Çinliler yavaş yavaş onbaşının yanına gelerek koyunlarını, atlarını gözden geçirmeğe başladılar. Birbirleriyle çabuk çabuk bir şeyler konuşuyorlardı. Üçoğul bu konuşmalardan pek bir şey anlamıyordu.
Epey bekledikten sonra koyunlara bir laıcı çıktı. Bir Çinli beş koyuna beş gümüş akça verdi. Üçoğul beş koyun için üç torba pirinç istiyordu. Çinli direniyor, pirinç olmadığı için akça verdiğini, bu akça ile dört torba pirinç bile alabileceğini söylüyordu. Onbaşının akça yerine pirinç istemekten şaşmadığını görünce yanına iyice sokularak arsız arsız sırıttı:
- “Sen uslu bir Türk’e benziyorsun. Sözümü iyi dinle: Bu akçaları alarak koyunları bana sat. Sonra doğru Siganfu’ya giderek iki atını da orada sat. İstediğin kadar pirinç alıp yurduna dön” dedi.
Bu düşünce Üçoğul’a pek yumuşak geldi:
- “Peki Çinli! Senin dediğin olsun” diyerek koyunları Çinliye verip beş gümüş akçayı aldı. Bu satıştan pek sevinçli olan Çinli göz kırparak:
- “Şimdi doğru Siganfu’ya… Ama kılıcını burada bir yere bırak. Seni kılıçla içeri bırakmazlar” dedi. Sonra da yılışarak: “Çünkü Türkler yaramaz olur” diye ekledi.
Artık Onbaşı Üçoğul için Çin’in başkentine yönelmekten başka iş kalmıyordu. İki atı yedeğine alarak atını yorgaya kaldırdı.
Ertesi akşam Üçoğul Siganfu’ya giriyordu. Keçeye sardığı kılıcını satılık atlardan birinin sırtına yerleştirmişti. Şehir kapısından girerken Çin karakolu kendisini kısa bir sorguya çekmiş, iki tanı satmak için geldiğini öğrenince bir akça toprak bastı vergisi alarak onu içeri koyuvermişti. Üçoğul önce kendisine bir konuk evi arayıp bulmuş, atlarını ahıra çekerek sırtındaki keçeyi alıp odasına getirmişti. Açık havaya alışmış olan onbaşıyla atlarına bu dar sokaklı Çin şehri ve ahır sıkıntı veriyordu ama yapılacak başka bir şey yoktu.
Akşam karanlığında Üçoğul, konuk evinin geniş avlusunda tahta bir sedire oturup kendisine yiyecek ısmarladı. Birkaç konuk daha vardı. Herkes birbiriyle konuşarak yemek yiyordu. Biraz sonra içeriye, kılığından subay olduğu anlaşılan biri, arkasından iki kişi olduğu halde girip konuk evi sahibine buyruklar verdi. O içeri girince Üçoğuldan başka herkes ayağa kalkıp onu Çin göreneğince selâmladı. Ev sahibi bu yeni gelene çok saygı gösteriyor, onunla hep “beğimiz” diye konuşuyordu. Bu Çin beği, Üçoğul’a şöyle bir baktıktan sonra beride bir yere oturup yanındakilerle birlikte yemek yemeğe başladı. Üçoğul ısmarladığı yemeği bekliyor, fakat bu yemek bir türlü gelmiyordu. Çünkü konuk evi sahibi ile iki yamağı boyuna yeni gelen Çin beğine hizmet ediyordu. Onbaşının canı sıkılmıştı. Yanından geçen yamağı kolundan yakalıyarak kendine çekti:
- “Bana bak yamak! Benden sonra gelenlerin yemeğini getirdin. Benimki ne oldu?” diye sert bir sesle sordu.
Üçoğul’un demir bilekle yakalayıp kendisine çektiği yamak korkudan titremeğe başlamıştı. Yavaş sesle: Bu yüce beğ, Çin veliahdi Kien-çing’in yaveridir” dedi. Onbaşı sesini yükseltti:
- Yaverse bana ne! Ben daha önce gelip yemek ısmarladım. Bu yemek hemen gelecek, anladın mı?
Bu sözleri söyledikten sonra hızla ittiği yamak birkaç adım fırladıktan sonra yere kapaklandı. Çinli yaver, Üçoğul’un pürüzlü bir Çince ile söylediği sözleri işitip onun Türk olduğunu anlamıştı. Yaverin kendisi de Çinli anadan doğmuş bir Türk’tü. Pek küçük yaşta Çin’e gelmiş olduğu için Türkçe’yi konuşamaz olmuştu. Yalnız biraz anlardı. Türlüğünü de unutmuş değildi. Karşısındakini görüp güçlü bir bahadır olduğunu anlayınca hoşuna gitmişti. Onbaşıya dönerek:
- “Yiğit! Sen kimsin?” diye sordu.
- Işbara Han tümeninden Onbaşı Üçoğul!
Işbara Han adı üzerine yaver doğruldu. Işbara Han’ı Çinliler bilirlerdi.
- Burada ne arıyorsun?
- At satmağa geldim.
- Kaç atın var?
- İki.
Yaver ilgilenmişti. Türk atlarına Çin’e herkes alıcı çıkardı:
- Şu atları getir de bir görelim.
Üçoğul ahura seğirtti. Satılık atlarını çözüp çıkarmak üzere iken demin yere savurduğu yamak telâşla ahırın kapısında gözüktü. Soluk soluğa “Aman bahadır! Sakın buradan çıkma! Şimdi Prens Şemin’in adamları da konuk evine geldiler. Her halde bir dövüş çıkar” dedi.
Onbaşı pek de bir şey anlamamıştı:
- “Ulan, ne diyorsun? Dövüş olan yerden kaçılır mı?” diye cevap verdi. Yamak ellerini ovuşturuyordu:
- Ah bahadır ah! Sen bilmezsin. Çin kağanının üç oğlu birbirine öyle düşmandır ki, adamları birbirlerini her gördükleri yerde öldürürler.
Üçoğul dinlemeden atlarıyla birlikte avluya geldi. Yine subay kılıklı birisiyle arkasında üç adamı demin kendisiyle konuşan yaverin karşısında duruyorlardı. Üçoğul bir Türk onbaşısı olduğu için burada bir dövüşün başlamak üzere olduğunu anlamıştı. Hiç şüphesiz bu dövüşte seyirci kalamazdı. İki taraftan birini tutmak gerekti. Tutmak gerekince de az önce konuştuğu yaverin yanını tutmak doğru olurdu. Hem onlar dörde karşı üç kişiydiler. Üstelik yaver kendisiyle arkadaşça konuşmuştu. Üçoğul fazla düşünmeğe lüzum görmeden odasına seğirtti. Keçesini hızla açarak kılıcını çıkaraıp kuşandı. Sonra valuya koştu. Savaş başlamıştı. Şemin’in subayı ile üç çerisi saldırmışlardı. Üçoğul yirmi adımlık yolu koşuncaya kadar Kien-çing’in yaveri, iki çerisi yıkıldığı için tek başına kalmıştı. Üçoğul, yaverin yanına gelince durum değişti. Birkaç denemeden sonra ilk vuruşuyla birini, biraz sonra ikincisini devirdi. Çin veliahdının yaveri bu beklenmedik yardımdan çok sevindiği için savaş naraları atarak vuruşuyordu. Avludakiler darmadağın olmuşlardı. Kimi kaçmış, kimi bir kıyıya ilişmiş, dövüşü seyrediyordu. Fakat bu çarpışma uzun sürmedi. Üçoğul, acemi bir çeri olan karşısındaki Çinli birkaç kılıç tokuşturduktan sonra Türkvari bir kılıç savurdu. Bu savuruşla Çinlinin başı gövdesinden ayrılıp yere düşmüştü. Karşı tarafta tek başına kalan ve Çin veliahdının yaveriyle vuruşan Çin subayı, Üçoğul’un da kendi karşısına geldiğini görünce kaçmaktan başka çıkar yol bulamadı. Büyük bir hzıla koşarak avlunun kapısından kayboldu.
Çin veliahdının yaveri, güler yüzle Üçoğul’a döndü:
- Yiğit! Artık Türk değilim desen de inanmam. Adın nedir?
- Üçoğul!
- Benim adım da Karakulan’dır ben de Türk’üm. Ama yıllardır konuşmaya konuşmaya Türkçe’yi unuttum. Anlıyorum da konuşamıyorum. Şimdi benim konuğumsun. Artık bu geceyi burada geçirmene razı olamam. Benim evime gideceğiz. Atlarını da Çin veliahdına satıp iyi akça alırsın. Buralarda satarsan seni aldatırlar…
Biraz sonra Üçoğul, Karakulan’ın evinde, atlarını onun ahırına çekmiş ve dirliğinde görmediği, göremeyeceği bir yemek yemiş olduğu halde, güzel bir yatakta uyuyor, Ötüken’de durup dinlenmeden geçen yirmi beş yıllık bir dirliğin yirmi beş yıllık yorgunluğunu çıkarıyordu.