S.36

Üç mevsim daha geçti. Kocalar öldü. Yeni bebekler doğdu. Bebekler yürümeğe, küçük çocuklar koça binmeğe alıştı. Kısraklar taylandı; inekler buzağıladı. Ormanda boz kurtların enikleri ava çıkmağa başladı. Yamtar, Sançar ve Üçoğul yüzbaşı oldu. Başlangıçsız, sonsuz zaman yürüdü. 627 yılının kış ayları geldi. Karakulan, Tunga Tigin’in buyruğunda bir yüzbaşı olmuştu. Çin’in iç yüzünü iyi bildiği için bilgisinden Kara Kağan faydalanıyordu. Karakulan’la Üçoğul Çin başkentinden kaçarken Çin kağanı olan Şemin “Tay-tsong” adını almış, Türklere sert davranmağa başlamıştı.

O yıl pek sert bastırmıştı. Kişi boyu kar yağıyor, fırtınalar Ötüken’i inletiyordu.



Üç günden beri ağzına bir lokma koymamış olan Yüzbaşı Yamtar, gün doğmadan ava çıkıp gün batımına kadar çabaladıktan sonra elleri boş olarak evinde döndüğü zaman gördüğü şey çok acıklıydı: Karısı açlıktan yatağa serilmiş, bir yaşındaki oğlu ölüm halinde idi. Ötekiler de perişandılar. Fakat küçük çocuk açlığa dayanamamıştı.

Yamtar dışarı fırladı. Ne yapıp yiyecek bir şey bulmalıydı. Birkaç adım atmıştı ki andası Gök Börü ile karşılaştı.

Onbaşı Gök Börü bu sefer öfkeli değil, kızgın hatta delirmiş gibiydi. Yamtar’a bağırdı:

- Yüzbaşı Yamtar! Bu kepazelik nedir? Bir tek atım, bir tek koyunum kalmadı. Hepsi öldü. Şimdi de eve küçük kızım açlıktan ölüyor. Sen ne yapıyorsun?
- Yapacak bir şey yok. Bir tek atım kaldı. Onu kesip yiyeceğiz. Gel sana da bir parça vereyim.

İki anda hızlı adımlarla Yamtar’ın ahırına yöneldiler. Albız alsın! Yamtar’ın son atı da dün gece ölmüştü. Çare yoktu. Ölü atı parçaladılar. Hemen orda ateş yakıp kızartmağa koyuldular. Ateş söndükten sonra paylaştıkları kızarmış etleri yiye yiye çadırlarının yolunu tuttular. Geç kalmışlardı. Çünkü evlerine girdikleri zaman Yamtar’ın oğlu, Gök Börü’nün kızı ölmüş bulunuyordu.

Yamtar, güçsüz, arık kalmış karısına et yedirerek onu kurtarmağa çabalıyordu. Üç gündür bir şey yemiyen, ondan önce de uzun zaman ağzına bir iki lokma atan bu zavallı genç kadının midesi ölmüş at etini kabul etmiyordu. Taze et, kımız istiyordu. Bu durum karşısında Yamtar çok düşünmedi. Çadırdan fırlıyarak Gök Börü’ye koştu, “ardımdan gel” dedi.

Gece idi. Soğuk derilerini sızlatıyor, yüzlerini donduruyordu. Yüzbaşı Yamtar iri gövdesiyle karanlıkta bir dev gibi yürüyor, bir yandan da Gök Börü’ye “Biz Ötüken’in sahipleri açlıktan ölürken tutsak Çinliler bolluk içinde yaşasınlar... Bu olur mu? Elleirnden güçle yiyecek alacağız. İ-çing Katun’la Şen-king yetmiyormuş gibi her gün birkaç Çinli beğ yahut bilgin daha çıkıyor. Kara Kağan’a verdikleri öğütlerle Ötüken’i karmakarışık ediyorlar. Bizim kağan da onlara inanıyor. Bu olur mu? Ben yüzbaşıyım. Sen hâlâ onbaşısın. Sonra elli adımdan koca Onbaşı Pars’ı vuramıyan Şen-king tümenbaşı... Bu olur mu?” diyordu.

Çinlilerin toplu bir halde oturdukları evlere gelmişlerdi. Yamtar, yaptığını bilen bir adam durumuyla Çinli evlerinden birine girdi. Bu evde, Ötüken’de zengin olmuş Çinlilerden biri oturuyor, karısı ve Çinli uşağıyla birlikte bolluk içinde yaşıyordu. İri bir Türk yüzbaşısıyla bir onbaşının sert bir yüzle içeri girdiklerini gören Çinlilerin benzi attı. Yamtar kükredi:

- Ulan Çinli tez davran! Ne kadar yiyecek varsa şuraya yığ!

Ev sahibinin şaşkınlığı geçmişti. Kafa tutmak istedi:

- Sizi Kara Kağan’a şikayet ederim. Şen-king benim dostumdur. Sonra...

Çinli sözlerini bitiremedi. Bir şakırtı oldu. Yamtar şimşek gibi bir hızla kılıcını çekerek savurup Çinlinin başını uçurmuştu.

Karısı ayakta duramıyarak yere yığılmıştı. Uşak titriyerek koşuyor, kımızları, kurutları taze etleri getiriyordu. Yamtar hepsini sırtladıktan sonra:

- “Haydi Gök Börü! Ardımdan gel” dedi.

Gök Börü biraz daha içerde kalmıştı. Sonra koşarak Yamtar’a yetişti:

- “Kalanları da ben hakladım. Yoksa İ-çing Katun’a şikâyet edip anamızı ağlatırlardı” dedi.

Yolda yiyecekleri paylaştılar. Herkes kendi çadırına koştu.

Yamtar, karısını ölümden kurtarmağa çalışıyordu. Fakat evde herkes açtı. Ölmüş atın etini övütecek kadar sağlam bir işkembesi olan Yamtar’dan başka herkes iyi yiyecek istiyordu. Kocamış ninesine o kadar aldırmıyordu ama yarın birer yiğit olarak savaşa girecek olan oğullarına baktıkça içi sızlıyordu. Küçük oğlu ölmüştü. Emzikli karısı da çok kötü durumda idi. Yamtar bunaldıkça Çinlilere düşman oluyor, “Tanrı bize Çinliler yüzünden öfkelendiği için böyle yapıyor” diye düşünüyordu.

Çinlinin evinden topladığı azık hemen hemen bitmişti. Yamtar için biraz bir şey kalmıştı. Yamtar bu güzelim yiyeceklere baktıkça acıkıyor, acıktıkça da ölmüş atın kızartmasından atıştırıyordu. Gözünü, ayrın için karısına ayırdığı çamçaktan bir türlü alamıyordu ki dışardan ayak sesleri işitildi. Kapı açılarak içeri Sülemiş girdi. Benzi sapsarı isi. Yanan çıranın ışığı yüzüne vurdukça büsbütün sarı gözüküyordu:

- “Yamtar! Açlıktan ölüyoruz. Evde diri olarak bir karım kaldı. Onun için bana biraz azık veremez misin?” diye yalvardı. Yamtar düşünmeksizin kımız çamçağına el attı. Yarısını kendi karısına ayırıp kalanını da Sülemiş’e uzattı. Yumruk kadar da kurut parçası verdikten sonra:
- “Al, bunları yengeme ver” dedi. Sonra ölmüş atın kızartmasından bir parça koparıp:
- “Bunu da sen ye” diyerek uzattı.



Ertesi sabah Yüzbaşı Sançar erkenden kalkarak elinde kalan son iki attan birini kesip güzelce kızarttı. Kendisine irice bir parça ayırdıktan sonra atına atlıyarak andalarının evlerine uğramağa başladı. Önce evi en kalabalık olan Yamtar’a uğradı. Koca Yamtar sülıyordu. Çünkü o gece hem ninesi, hem oğullarından biri, hem küçük kardeşi, hem de karısı ölmüşlerdi. “Gök başıma yıkıldı” diyip ah çekiyor, yanaklarından aşağıya yaşları boşanıyordu. Somurtkan ve söylemesini bilmiyen Sançar “Kalanları kurtarmağa bak” diyerek ona büyük bir parça et verdi. Ömrümde hemen hemen daima aç yaşamış olan Yamtar hayatında ilk defa olarak önünde bol yiyeceği varken aşa el sürmeden duruyordu. Dört yaşındaki kızıyla üç yaşındaki oğluna et vererek “yiyin” dedi. Sançar çıkıp gittiği zaman iştahla eti yiyen çocuklarına bakarak bağdaş kurmuş olduğu yerde duruyor, hiç ses etmiyor, fakat gözlerinden bol ve gür damlalar sanki yağıyordu.

Sançar ondan sonra Onbaşı Sülemiş’in evine uğradı. Sülemiş’in benzi sarı, gözleri kızarıktı. Acı acı gülümsüyordu. Sançar durumu kavradı: Sülemiş’in karısı ölmüştü. Sançar söyliyecek söz bulamadı. Oraya bir parça et bırakarak çıktı.

En sonra Gök Börü’nün evine girdi. Deli onbaşı evinde yoktu. Kocamış anası can çekişiyordu. Karısı halsiz, yatağında yatıyor, iki çocuğu açlıktan ağlaşıyordu. Sançar eti getirince iki küçük aç kurt gibi saldırdı.

Genç kadın gülerek doğruldu. İhtiyar nine de ise hiçbir hareket görülmedi.

Yüzbaşı Sançar kendi evine giderken birdenbire atını durdurdu: Yerde birisi yatıyordu. Yüzü görünmüyordu. Fakat Sançar yere atlayıp başını kaldırınca tanıdı. Bu Onbaşı Karpak’tı. Sançar ilkönce bunu donmuş sanarak yüzünü karla uvalamak istedi. Karpak donmuş değildi. Gözlerini açarak Sançar’a bakınca: “Boşuna uğraşma benim işim bitti” diyebildi.

- Yaralı mısın?

Karpağ’ın bakışları değişti.

- Yara da söz mü? Karımla dört çocuğum öldü. Ben dokuz gündür açım.

Sançar büyük bir emekle onu yerden kaldırarak atına yerleştirdi. Kendisi de güçlükle binerek evine doğru sürdü. Karpağ’ı yatağına yerleştirerek kendisine ayırdığı etten ince bir parça kesip ona verdi. Fakat Karpak almıyor, gözleri tuhaf bir şekilde parlıyordu:

- “İ-çing Katun’a müjde ver. Bir Türk onbaşısı daha ölüyor” dedi. Biraz sonra Karpak yoktu.