Kara Kağan, üzüntüden sararıp solmuş olan yüzüne daha acı bir anlam veren bunlu bakışlarını bir yere dikmiş, uzun zamanda beri kıpırdamadan duruyordu. Son yılda başından geçenler yıldırım hızıyla gözlerinin önünden uçup gidiyordu. Hepsini gönül sızılarıyla hatırlıyor, fakat üç aydır tutsak olduğu aklına geldikçe bu sızı dayanılmaz bir hal alıyordu. Pusatsız olarak tek başına Işbara Han’ın yanına geldiği zaman onu çadırında sayrı bulmuş, kendi yurduna dönmek istediği anda da, tebaası olarak elinde kalmış olan yüz bin çocuk, kadın ve kocamışın Çinlilere tutsak düştüğünü öğrenmişti. Işbara Han’ın yanında yirmi çeriyle üç dört bin kadın ve çocuk vardı. Bir tek atları kalmamıştı. Böyle bir durumda iken Çin ordusu çıkagelmiş, yirmi erle birkaç kadın ve çocuk Kara Kağan’la Işbara Han’ın başkanlığında uzun bir ok savaşı yapıp son oklarını attıktan sonra tutsak düşmüşlerdi.
Kara Kağan tutsak olarak Siganfu’ya nasıl geldiğini bir türlü hatırlıyamıyordu. Bir Türk Kağanının tutsak düşmesi nasıl oluyor da Tanrıyı öfkelendirmiyor ve gökten belâ yağmıyor diye şaşıyordu. Üç aydır her gün gururu kırılıyor, şerefine kamçı vuruluyor, içine ağu akıtılıyordu. Oturması için kendisine verilen konağın, Çin kağanının hademeler başının evi olduğunu öğrenince yıldırımla vurulmuşa dönmüş, geceleyin dili söz söylemez olmuş, kolu tutmamıştı. Sabaha kadar külçe halinde yattıktan sonra biraz kendine gelmiş, fakat kolu eski gücünü elde edememişti.
Bozkırda, sonsuz yaylada at koşturmağa, açık havada yaşamağa alışmış olan kağana Çin başkenti zindan gibi geliyordu. Oturduğu konağın büyük bahçelerine, süslü çiçeklerine, havuzlarına bakmıyordu bile. Yalnız derin derin, acı acı düşünüyordu.
Kara Kağandan hiç ayrılmayan Uluğ Tarkan, yetmiş yılın eğemediği, fakat tutsaklığın çökerttiği omuzlarıyla odaya girerek yere diz vurduğu zaman Kara Kağan elemli gözlerini ona çevirdi:
- “Uluğ Tarkan! Beni artık kağanmışım gibi selâmlama! Bir tutsağa saygı gösterilmez” dedi.
Koca Tarkan, kırışmış yüzünün ortasında hâlâ sert bakan gözlerini yere dikti:
- Zamanı Tanrı yaratmış, kişi oğullarını onun içine pusatsız atmıştır. Kılıç, kargı, ok... Bunlar ancak kişi oğullarına karşı işe yarar. Tanrı bize ölüm verdiyse, Türk budununu, kutsuz kıldıysa bunu önlemek için çalışalım. Tutsak da olsan sen yine Gök Türk Kağanısın. Ben de senin lalan ve Uluğ Tarkan’ım.
Kağan cevap vermedi. Kendisine geçmişi hatırlatan her şey içini kedere boğuyordu. Beyni iki nokta arasında yıldırım gibi işliyor, yüreğini oyuyor, onu ölüme götürüyordu: Gök Türk Kağanlığı ve tutsaklık...
Uluğ Tarkan yeniden söze başlamıştı:
- Çin kağanı, Tulu Han’a da özel çeri komutanlığı verdi. Fakat Tulu Han bunu beğenmedi. Çünkü Işbara Han’ın da özel çeri komutanı olduğunu, kendisinin ondan daha üstün bulunduğunu düşünüyor.
Kara Kağan, Uluğ Tarkan’a bakıyordu. Bakışlarında bir sorgu vardı. Tarkan devam etti:
- Tulu Han kağanlık umuyordu. Çin kağanı onun bu komutanlığa hiç kıvanmadığını görünce kendisine ayrıca Peping şehrinin beğliğini verdi. Yarın yola çıkacak.
Kara Kağan belli belirsiz gülümsiyerek sordu:
- Lala! Bunları bana niçin anlatıyorsun?
- Çünkü Türk kağanısın!
- Ordusuz, çerisiz, pusatsız, ülkesiz Türk kağanı...
- Çerin burada tutsak olmuş, seni bekliyor. Pusatların Çin depolarında. Ülkende de Sırtarduşlar oturuyor. Bir gün bunların hepsi kurt başlı sancağın gölgesinde birleşecektir.
- Biz o günü göremiyeceğiz.
- Oğullarımız görür. Oğullarımızda görmezse torunlarımız görür.
Kara Kağan birdenbire ayağa kalktı. Ötüken’de olsaydı bu kalkış büyük bir öfkeyi anlatırdı. Şimdi ise yalnız dayanılmaz bir acıyı gösteriyordu. Uluğ Tarkan bunu sezdi ve yağabildiği kadar sakin bulunmağa çalışarak şunları söyledi:
- Işbara Han’la Kür Şad seni görmeğe gelecek.
Kara Kağan, Işbara Han’ı çok severdi. Kendisine sonuna kadar sadık kalmış olan Işbara Han iyi ahlâkı, yiğitliği, yakışıklılığı ile her gittiği yerde kendisini sevdiren birisiydi. Nitekim Çinliler bile onu sevmiş, Çin kağanı kendi özel çerilerinin komutanı yapacak kadar güven göstermişti. Işbara Han bu rütbeyi kendi budununun aleyhine çalışmadan elde etmişti. Aykırıları bağdaştırmak her kişinin başaracağı iş değildi.
Kara Kağan, Kür Şad’a daima biraz çekingen davranırdı. Bu da galiba Tulu Han’ın kardeşi olduğu içindi. Kür Şad hiçbir zaman Tulu Han’la işbirliği yapmamış olduğu halde Kara Kağan nedense ona ısınamıyordu. Kür Şad, kağanlığı kurtarmak için büyük fedakârlıklar yapmıştı. Fakat Kara Kağan ona, Işbara Han’a güvendiği kadar güvenemiyordu.
İkisi birlikte geldiler. Onu, Ötüken’de kağanı selâmlar gibi selâmladılar. Sonra büyük bir ciddiyetle, Gök Türk kağanlığı varmış gibi konuşmağa başladılar. Bütün bunlar Kara Kağan’ı yaralıyordu. Acı bir sesle, artık bu gibi şeyleri konuşamıyacağını, çünkü üç aydan beri tutsak olmanın utancını hâlâ silemediğini anlattı.
Işbara Han, bu sözler üzerine, kağanın acısına saygı gösterip susmuş, Kür Şad ise yüzü kıpkırmızı olduğu halde ayağa kalkmıştı:
- “Sen üç aydır tutsak bulunuyorsun. Bizimki bir yıl oldu. Acıya kapılıp her şeyden elimizi çekersek kağanlığı kim diriltecek? Onun yıkılmasında hepimizin suç payımız var. Dirilmesinde de hepimizin emeği olmalıdır” dedi.
Kağan, bozgundan önce de yeğeni ile böyle bir tartışma yaptığını hatırladı. Sonuna kadar savaş taraflısı olan Kür Şad hep aşırı söyler, aşırı düşünür, aşırı iş yapardı. Kara Kağan ona söz etti:
- Kağanlığı yıkan Tulu Han olmuştur.
Bu sözlerde Tulu Han’ın kardeşi olan Kür Şad’a karşı da bir öfke kıvılcımı gizliydi. Kür Şad bunu anlamakta gecikmedi:
- Kara Kağan! Gök Türk Kağanlığını yıkmakta sen de Tulu Han’dan aşağı kalamdın!
Kağan, başına bir kılıç yeseydi, bu kadar sarsılmazdı. Sesini yükseltti:
- Kağanlık tahtı için Çinlilerle gizlice anlaşan senin kardeşin değil miydi?
- Çinlilerce anlaşan benim kardeşimdi. Babam kağanı ağulayan Çinli İ-çing Katunla evlenip, onun keyfince Türk ordusunu savaşa sürüp çıkaran da amcamdı.
Kara Kağan, Işbara Han, Kür Şad ve Uluğ Tarkan bakışarak sustular. Sonra Kür Şad, savaş günlerinde buyruk veren sesiyle söze devam etti:
- Şen-king serserisini tümenbaşı yapan sen değil misin? Ötüken’deki tutsak Çinliler kime güvenerek şımardılar? Tulu Han güçsüz ordusuyla yenildi diye onu neden zincire vurdurdun? Çin’le anlaştığı halde onu neden öldürtmedin?
Kağan elini kaldırarak “Yeter” diye bağırdı. Sonra ayağa kalkarak:
- “İ-çing Katun’la evlenişim Türk türesine uymak içindir. Ağa ölünce ini (erkek kardeş), yenge ile evlenir. Bilmiyor musun?” diye sordu.
Kür Şad karşılık verdi:
- Biliyorum. Kağanı öldürenin öldürüldüğünü de biliyorum.
- Kür Şad! Tulu Han’ın elçisi gibi konuşuyorsun.
- Hayır! Bozkurt soyundan bir Türk Şadı gibi konuşuyorum.
Kara Kağan’ın sesinde alaylı bir titreyiş belirdi.
- Onun için mi Çin kağanının Tulu Han’ın buyruğunda olan özel çerisinde subay oldun?
- Takındığım kılıç Çin kağanı için değil, Türk budunu için çekilecektir.
- Tulu Han’ın kardeşi olmasaydın bu sözlerine inanırdım.
Bu sözlerdeki aşağılama Kür Şad’ın yüzüne bir kılıç gibi çarptı. O anda şırak diye keskin bir ses işitildi: Kür Şad yıldırım hızıyla kılıç çekip kağana doğru bir adım atmıştı. Bu çabuk davranış Işbara Han’la Uluğ Tarkan’a kılıçlarına doğru el attırmış, Kara Kağan ise taş gibi kıpırdamadan olduğu yerde durmuştu.
Uzun bir an, Kür Şad’la kağan odlu gözlerle bakıştılar. Sonra Kür Şad bir adım daha atarak:
- “Senin Türk kağanı olduğunu unutmuşum” dedi. Kınından çektiği kılıcını, bütün dirliğinde ilk defa kana bulamadan yine kınına sokuyordu. Sonra çok yavaş bir sesle sözlerini tamamladı:
- zaman doğruyu da, eğriyi de gösterecek.
Kür Şad bunu söyliyerek çıkıp gitti. Susuyorlardı. Kağan bir şey söylemek istediği halde susuyor, Işbara Han bir şey saklıyarak susuyor, Uluğ Tarkan her şeyi bildiği için susuyordu.
Uzun zaman sustuktan sonra Kağan, yüzü bunlu olduğu halde oturup ötekilere de oturmalarını işaret etti. O zaman Işbara Han, gergin sinirleri biraz gevşeten şu sözleri söyledi:
- Bu sabah da Tulu Han’la tartışıp ona bıçak fırlattı. Tanrı’ya şükür ki Tulu Han kolundan aldığı küçük bir yara ile savuşturdu. Yoksa... Türkler birbirine girdiler diye Çinliler çok sevineceklerdi...