S.18

Böğü Alp, Ötüken’e yorgun argın dönüyordu. Karnı toktu. Yaralı da değildi. Fakat içinde bir eziklik, yüreğinde isteksizlik duyuyordu. Kıraç Ata’nın sözlerinden sonra geceleyin uyuduğu zaman düşünde hep korkunç şeyler görmüştü. Şimdi neler gördüğünü pek iyi hatırlıyamıyordu. Fakat içindeki duygu artık gökten belaların yağacağını ona söylüyor gibiydi. Tan atarken uyandığı zaman Tanrı’ya ısmarladık demek için Kıraç Ata’yı aramış, fakat bulamamıştı.

Üç sivri kayadan aşağı inince ıslıkla atını çağırmış, at diri bir halde koşarak gelmişti. Yüzbaşı atına atlayınca dört nala kalkmış, ardına bakmadan Sivri Kayalar’dan uzaklaşmıştı. İşte artık öğle oluyordu. Selenge’nin kıyısındaki şu ağaçlığın altında dinlenmek ne kadar hoş olurdu.

Atını ağaçlığa çevirdi. Ağaçların sıklaştığı bir yere gelip indi. Selenge’den su içip gölgeliğe uzandı. Yorgun at da bir iki ot yolduktan sonra ağaçların arasında yere çöktü. Yüzbaşı hayretle atına baktı. Demek ki at fena halde yorgundu. Başını toprağa dayıyor, halsiz gözlerle Böğü Alp’a bakıyordu. Güneş tepeye çıktığı zaman sıcaklık dayanılmaz bir hal almıştı. Yüzbaşı, güneş batmadan yola çıkmam diye düşündü. Elinde kala kala bir tek atı kalmıştı. Ona da bir şey olursa yeryüzünde sipsivri kalacaktı. Nasıl olsa acelesi yoktu. Geceleyin yola çıkar, ay batıncaya kadar yol alabilir, böylelikle atını yormamış olurdu. Bu kararı verince uyumanın iyi bir şey olacağı aklına geldi ve uyumağa çalıştı. Uyuyor mu idi? Dalgın mı, yoksa baygın mı idi, belli değildi. Uzaktan duyulan takırdılarla gözlerini açtı. Akşam oluyordu. Birkaç atlının geldiği takırdılardan anlaşılıyordu. Kulağını yere dayadı. Bir ara dinlendikten sonra “Buraya doğru geliyorlar” dedi. Atı da başını kaldırmış, kulaklarını dikmişti. Kalkacak gibi bir durumu vardı. Böğü Alp bir iki ıslıkla atına rahat durmasını anlatınca başını yere uzattı, öylece kaldı.

Nal sesleri yaklaşıyordu.

Biraz sonra dört atlı Böğü Alp’ın ilerisine kadar gelerek durdular. Yüzbaşı bunları uzanmış olduğu yerden, yapraklar, otlar arasından görüyordu. Onlar kendisini görmüyorlardı. Görmeleri için önüne kadar gelmeleri gerekti. İçlerinden birinin bir yüzbaşı yahut binbaşı olduğu anlaşılıyordu. Bir tanesi de Çinli idi. Başları olduğu anlaşılan yüzbaşı yahut binbaşı dördüncüsüne dönerek: “Sen burada bizden ayrılacaksın” dedi. Sonra birbirlerine yaklaşarak bir şeyler konuştular. Bu gizli konuşma Böğü Alp’ın gözlerini açtı. Bu sonsuz, ıssız bozkırda bu dört kişi neden gizli konuşuyorlardı? Hele içlerinde bir de Çinli olunca konuşmadan Yüzbaşı Böğü Alp büsbütün işkillenmişti. Konuşmaz kızışıyordu. Hepsinden çok söyliyen de Çinli idi. Başkanları olan adamın sert bir işaretinden sonra Çinlinin de sinirli sinirli “Olmaz, Tulu Han kızar” diye bağırması Böğü Alp’ın beyninde bir ışık gibi çaktı: Bu dört kişi Tulu Han’ın adamlarıydı. Fakat aralarındaki Çinliye ne oluyordu? Burada neye böyle konuşuyorlardı?

Birdenbire dört atlıdan üçü atlarını sürdüler. Güneye doğru gitmeğe başladılar. Sonra yine birdenbire başkaları durup döndü. Böğü Alp’ın biraz ilerisinde atı üstünde durarak atının yelesini okşıyan atlıya bağırdı:

- Onbaşı Pars! Biz ufukta kaybolmadan yola çıkmıyacak ve dört ayı geçirmeden de hanın yanına dönmüş olacaksın!

Adının Onbaşı Pars olduğu anlaşılan atlı yere zıpladı. Diz yere vurarak: “Buyruk senindir” diye cevap verdi. Öteki üçü dört nala kalkarak uzaklaştılar. Böğü Alp yattığı yerden onbaşıya ve atına baktı. Onbaşı iyi giyimli, iyi pusatlı, atı da güzel ve besili idi. Gülümsedi:

- “Tulu Han ordusu Kara Kağan ordusundan daha giyimli” diye mırıldandı. Onbaşının torbasında da iyi yiyecek olduğu şişkinliğinden belli idi. Böğü Alp bu şişkin torbayı görünce acıkır gibi oldu, imrendi. Peki ama bu adamlar ne diye birbirlerinden ayrılmışlardı? Kötü bir dilekleri mi vardı? Yüzbaşı ufka baktı. Güneş batıyordu. Tam bu sırada Onbaşı Pars da atını mahmuzlamış, güneye uçuyordu. Böğü Alp yerinden kalkmadan baktı: Onbaşı dörtnal gidiyor, yiyecek torbası da eskisinden daha büyüymüş gibi görünüyordu. Yine gülümsedi : “Aç buzağı ak bulutu ana memesi sanır” dedi.



Gece, Böğü Alp dört nala yol alıyordu. İnce ay bozkırı oldukça aydınlatıyor, yolu gösteriyordu. Rüzgâr da onun yardımcısı idi. Yüzbaşı keskin gözleriyle hep ilerisini kollıyarak uçuyor, bir yandan da şu Onbaşı Pars’tan biraz yiyecek istemediği için, kendi kendisine için için yanıyordu. Sonra aklına Kıraç Ata’nın sözleri geldi: Kıtlık olunca ay parçalanacak dememiş miydi? Öyle ise en iyisi kendini şimdiden açlığa alıştırmaktı. Açlığa alışırsa kıtlıkta fazla sıkıntı çekmezdi. Fakat sonra yine güldü: “Bizim budunun boğazı tok olduğu zaman var mı? Biz hep böyle açız, hep böyle yoksuluz” diye düşündü. Sonra yine aklına akşam gördüğü dört atlı geldi. Aralarındaki Çinli içini bulandırdı. “Sakın Tulu Han Çin’e Kara Kağan’dan elçi göndermesin” diye söylendi. Bütün Türkler biliyorlardı. Kağan da onlardan kuşkulanıyor, İ-çing Katun’a bağlı bulunuyordu. Acaba Tulu Han, kağan olmayı mı tasarlıyordu? Bu dört atlının yanında bir de Çinli olmasaydı Böğü Alp bu işe hiç aldırış etmiyecekti. Fakat ara yerde Çinli olunca işte muhakkak dalavere ver demekti. Onun için üç atlının gidişini, Onbaşı Pars’ın geride kalışını hiç beğenmemişti.