Yüzbaşı Yağmur Beğ, yaralarını tımar ettirmek için utacıya uğradıktan sonra kendi çadırına dönmüştü. Yazın sonu geldiği halde, geçen Dokuz Oğuz savaşında aldığı yaralar iyileşmemişti. Utancı , yaraların tezden onarılması için iyi beslenmek gerktiğini söyleyip Yağmur ‘u güldürmüştü. Çünkü bütün Ötükenliler gibi Yüzbaşı Yağmur da kıtlıktan sıkıntı çekiyor , çok geceler aç yatıyordu. Anası, karısı,kızkardeşi, küçük oğlu hep birlikte kıtlığa dayanıyorlardı.
Buna bir çare bulmak gerekti. İlk önce, buyruğunda bulunduğu Tunga Tigin’e başvurarak kendisine biraz yiyecek verip yardım etmesini diledi. Tunga Tigin gülümsedi:
- “Bizi ölümden kurtaracak kadar daha çok bir şey bulabilirsen al” diye cevap verdi. Bunun üzerine Yağmur atadan, dededen kalma birkaç bıçak, kamayı alarak atına atlayıp Çin sınırının yolunu tuttu. Bunları satıp biraz yiyecek getirmeğe karar vermişti.
Yola koyulduğunun akşamında kendisi gibi birçok Ötükenlilerin de Çin sınırına doğru akmakta olduklarını gördü. Tek giden azdı. Çoğu ikişer, üçer, dörder, beşer kişilik takımlar halinde gidiyorlardı. Ertesi gün Yağmur Beğ de üç kişiye katılarak dört kişilik bir takım yapmıştı. Yoldaşlarından biri Ötüken’in iyi bildiği Kara Ozan’dı. Kopuzu boynunda asılı idi. İkincisi Çalığ’ın oğlu Gümüş, üçüncüsü de yüzünde uzun bir kılıç yarası olan Onbaşı Pars’tı. Kara Ozan molalarda, gece konaklamalarında kopuzunu ele alıyor, onu imil imil inleterek güzel ezgiler çalıyor, bazan koşmalar düzüyordu.
Çin sınırına varmadan bir önceki konakta oturmuşlar, ayı seyrediyorlardı. Hiçbir azıkları kalmadığı için bol bol su içerek yere uzanmışlardı. Bir zaman tellere dokunduktan sonra bulmak istediği ezgiyi kavramış olacak ki bir yandan söylemeğe, bir yandan da çalmağa başladı:
Türk, atına atladı;
Çinin ödü patladı.
Silinmez damağından
Kılıcın kanlı tadı.
Yağmur, Pars ve Gümüş bir taş sessizliği ile dinliyorlardı. Kara Ozan söylüyordu:
Açlık eş oldu, gitmez;
Yoksulluğumuz bitmez.
Ahımız göğe çıktı,
Kara Kağan işitmez.
Uza günlerim uza,
Tanrım güç ver kopuza
Aç bırakıp yendirdin
Bizi Dokuz Oğuz’a
Kara Ozan birdenbire sustu. Başını öne eğmişti. Niçin sustuğunu hiç biri anlamamıştı. Yeniden başlayıp kendi gönüllerini dağlamasını bekliyorlardı. Ozanların sözünde ve kopuzunda büğü mü vardı, bilinmez. Fakat onlar çalıp söylerken Ötüken tek yürek gibi çarpardı. Şimdi Ötüken’den uzakta, Çin sınırının ucundaki bu Ötükenliler de Kara Ozan’ın ezgilerinde Tanrı’dan gelme bir yanıklık buluyorlar, bu yanıklığın hiç geçmemesini, bitmemesini istiyorlardı. Fakat Kara Ozan hâlâ başını kaldırmamıştı. Ne oluyordu? Bir şeye mi dalmıştı? Yoksa sayrı mı idi? Kendisine en yakın olan Yüzbaşı Yağmur, omuzuna el attı:
- “Ozan! Çalsana” dedi.
Genç yüzbaşı, ayın ışığı altında başını kaldıran Kara Ozan’ın yüzünü bunlu, gözlerini yaşlı gördü. Bu yaşlı gözlerde son kıtlığın yok ettiği bir ocağın üzüntüleri vardı. Ötüken’de her evden birkaç kişi alan kıtlık Kara Ozan’ın evini silip süpürmüş, karısı, baldızları, çocukları, kardeşleri, öksüz yiğenleri hep birden ölmüşlerdi. Kara Ozan’ın evinden on yedi kişi eksilmiş, yalnız kendisi kalmıştı.
O zaman Yağmur Beğ onun elinden kopuzunu çekip aldı. Teller üzerinde bir iki gidip geldikten sonra çalıp söylemeğe başladı:
Açlıktan inler obam,
Sırtımda yırtık abam.
Karım yaslı, oğlum aç;
Hey babam, aman babam!
Ötüken’in açları
Kemirir ağaçları.
Nerde Çin’in baçları?
Hey babam, aman babam!
Kılıç durur mu kında?
Tanrım bizi yakında
Bay kılıver akında.
Hey babam, aman babam!
Yağmur’un ozan olduğunu kimse bilmiyordu. O, kopuz çalıp deyiş söylemesini babasından öğrenmişti. Babası ona “hey oğul, aman oğul” diye deyişler söylerdi. O da şimdi, artık ölmüş olan babasını anarak hey babam, aman babam diye çalıyordu.
Dört yoldaş Çin sınırındaki pazarların birinde bir gün kalıp mallarını satarak yiyecek aldıktan sonra Ötüken’e dönmeğe başlamışlardı. İlk günü olaysız geçti. İkinci günü öğleyin mola verdikleri bir tepecikte dinlenirken kuzeyden bir tozun kalktığını, bir karaltının büyümeğe başladığını gördüler. Gözlerini oraya diken Ötükenliler bir atlı yığınının yavaş yavaş kendilerine doğru ilerlediğini anlamışlardı. Fakat bunun ne olduğunu kestiremiyorlardı. Böyle bir kalabalığın alış veriş için Çin sınırına yöneldiği görülmüş şey değildi. Keskin gözlerini gelen kalabalığa dikmiş olan Gümüş: “Aralarında arabalar da var” diye bağırdı. Yüzbaşı Yağmur buna “Ötüken’den göç mü oluyor” diye karşılık verdi. Bu söz hepsinin içinde bir sızı uyandırdı. Çünkü şimdi Ötüken Dokuz Oğuzlarla Sırtarduşlar’ın elinde idi...
Hiçbir şey anlamadan bekliyorlardı. Kafile biraz daha yaklaşınca Kara Ozan: “Bunlar hep Çinliler” diye söylendi. O zaman hepsi birden ayağa kalktı. Onbaşı Pars kılıcını okşadı. Yağmur bir sıçrayışta atına bindi.
Bu gelenler çeri değildi. Aralarında kadınlar,çocuklar da vardı. Fakat nereye gidiyorlardı?
Kafile yavaş yavaş dört Ötükenliye yaklaştı. En önde çeri kılıklı iki kişi vardı. Bunların omuzlarında sadakları, bellerinde kılıçları asılıydı. Arabalara kadınlarla çocuklar binmiş, eşyalar yüklenmişti. Tektük yaya gidenler de vardı ama çoğu atlıydı. İşin tuhafı yanlarında bir çok da sığır ve koyun götürmeleriydi. Türkeli açlıktan kırılırken bu Çinliler bu kadar hayvanı nereden bulmuşlardı? Yüzbaşı Yağmur, kafilenin kolbaşısına buyruk verir gibi bağırdı:
- Dur bakalım. Kimsiniz? Nereye gidiyorsunuz?
Kafilenin başındaki çeri kılıklı iki kişiden biri cevap verdi:
- Kara Kağan’ın buyruğu ve izni ile Çin’e dönüyoruz.
- Hepiniz Çinli misiniz?
- Hepimiz Türkeli’ndeki Çinlileriz.
- Çin’e niçin dönüyorsunuz?
- Türkeli’ndeki kıtlıktan ölmemek için...
Yüzbaşı Yağmur’un yüzündeki gülümseme birdenbire silindi. Kıtlıktan kaçtıklarını söyliyen Çinlilerin yanında bütün Türkeli’ni doyuracak kadar mal, davar, yılkı, azık vardı. Dört arkadaş bir bu mallara baktılar, bir de kıtlıktan ölen yakınlarını düşündüler. Birden hepsinin bozkurtluk damarı kaynadı. Yüzbaşı Yağmur’un bir işaretine bakıyorlardı. Genç yüzbaşı burada Kara Kağan türesinin değil, bozkır yasasının yürürlükte olduğunu düşünerek sert bir sesle sordu:
- Türkeli’nde kıtlık varsa siz bu kadar davarı nereden buldunuz?
Çinli sırıttı:
- Beğ yiğit! Biz bunları alım satımla kazandık.
Bütün Türkler gibi Yağmur’un aklı da alım satımla zengin olmağa bir türlü ermiyordu. Hele Türkler açlıktan kırılırken tutsak Çinlilerin alım satımla zengin olması dünyadaki en büyük haksızlıktı. Kendi kendine çabuk bir hesap yaptı. Sonra daha dik bir sesle Çinliye bağırdı:
- Yoldaşlarına söyle: Azık, mal, davar, at ne varsa dörtte birini bize ayırsınlar. Ondan sonra canınız sağ olup Çin’e gidebilirsiniz...
Çinlinin yüzü karmakarışık oldu. O da kendi kendisine bir hesap yapıyor ve dört kişiye karşı kendi çokluklarına güveniyordu:
- Hangi hakla bizim malımızı istiyorsunuz?
- Kılıcımız hakkı ile!
- Beğ yiğit! Kılıç bizde de var. Tatlılıkla isterseniz dördünüze birer koyun verelim. Ama bütün malımızın dörtte birini isterseniz vermeyiz.
Yüzbaşının gözleri kararmıştı:
- Şimdi senden malınızın dörtte birini istemiyorum. O biraz önceki isteğimdi. Şimdi yarısını istiyorum.
Çinli güldü:
- “Ben de dört koyunu biraz önce veriyordum. Şimdi bir oğlak bile vermem” dedi.
Yağmur Beğ hızla sadağından bir ok çekti ve Çinli davranmadan gezliyerek onu göğsünden vurdu. Çinli inliyerek atından yere düştü., bir iki debelendikten sonra hareketsiz kaldı. Ortalığa derin bir sessizlik düştü. Çinliler çok kalabalıktılar. Fakat pek azında pusat vardı. Karşılarındaki dört kişi ise tepeden tırnağa pusatlıydılar. İki taraf birbirine hırsla bakıştı. Sonra yüzbaşının buyruğu işitildi:
- Tez davranın! Neyiniz var, neyiniz yoksa yarısını bu yana ayırın. Yeniden tartışmağa kalkarsanız malınızın hepsini alırım. Haydi, çabuk!
Çinliler işin sarpa sardığını, bütün mallarının tehlikede olduğunu görünce ellerinde olanın yarısını ayırmaktan başka çıkar yol olmadığını anladılar. Kafilenin gerilerinde olanlar da önden arkaya yapılan seslenmelerle durumu kavramışlardı.
Yüzbaşının buyruğu ile Gümüş ileri atılmış, Çinlilerden alınan hayvanları sıraya , düzüne sokuyor, bu işi tek başına büyük bir ustalıkla başarıyordu. Derken bir gürültü koptu. Bir Çinli at sürerek Gök Türklerin yanına geldi. Öfkeli bir sesle haykırdı:
- Bana haksızlık oldu. İki koyun yerine üç koyun alındı.
Bu sözler Yağmur’a karşı söylenmişti. Sonra birdenbire Onbaşı Pars’ı gören Çinlinin gözleri parladı:
- “Onbaşı Pars! Şu arkadaşına söyle de koyunun birini geri versin” dedi.
Yağmur’la Kara Ozan bu Çinlinin düzgün bir Türkçe ile söz söylemesine ve kırk yıllık tanış gibi Pars’la konuşmasına şaşmışlardı.
Pars cevap vermiyordu. Çinli durmadan söylüyor, elleriyle işaret yapıyordu. Yüzbaşı Yağmur sert bir sesle Çinliyi susturdu:
- Yüzbaşı dururken onbaşıyla konuşulmaz!
- Onbaşı Pars benim kapı yoldaşımdır.
- Ulan Çinli! Kendini Türk beği mi sandın? Onbaşı Pars neden senin kapı yoldaşın oluyormuş? Sen kimsin?
Çinlinin hilekâr yüzünde kötü gülümsemeler dolaşıyordu. Bir Yağmur’a, bir Pars’a bakıyor, kötülük etmekten hoşlanan bir durum alıyordu:
- Yüce beğ, Ben Türk beği değilim ama Türk beğlerinin otağına çok girmişim. Tulu Han’la şölende çok oturmuşum. Tulu Han’ın çok buyruğunu yerine getirmişim. Bu Onbaşı Pars da Tulu Han ordusunda idi. Onun için benim kapı yoldaşımdır. Adım Çang-su’dur.
Yağmur’la Kara Ozan bakıştılar. Çinli, araya fit soktuğundan pek keyifliydi. Hattâ kafasının içinden şu Türkleri hemen oracıkta dövüştürüp alınan mallarını kurtarmak gibi yaman bir düşünce bile geçiyordu. Karşısındakileri birbirine katmak için sözlerine devam etti:
- Onunla çok yolculuk ettim. Yavuz bahadır olduğunu da bilirim. Hatta bir gün Ötüken’li bir yiğitle vuruşunu da uzaktan seyrettim. Kendisi yaralandığı halde karşısındakini öldürmüştü. Ölenin adını da söylemişti. Galiba Onbaşı Burguçan’dı...
- Onbaşı Burguçan mı?
Bunu Yağmur sormuştu. Demek kendi arkadaşını öldüren adam şimdi yanında bulunan Pars'’ı. Yağmur kılıcına el attı. Fakat hemen kendini toplıyarak Çinliye haykırdı:
- Susacak mısın? Yoksa susturayım mı?
Çinli susmuştu. Yüzbaşı son buyruğunu verdi:
- Haydi bakalım, dırlanmayı kesip yola koyulun! Çabuk...
Çinliler güneye doğru akıp gittiler. Dört Türk’e elli kadar atla birkaç yüz sığır ve koyun, torbalar dolusu da azık kalmıştı. Yüzbaşı Yağmur üleştirmeden önce Onbaşı Pars’ı sorguya çekmek istiyordu:
- “De bakalım Onbaşı! Benim yoldaşım Burguçan’ı öldüren sen misin?” diye dik bir sesle sordu. Pars olur olmaz şeylerden yıkılacak kişi değildi:
- “Evet, ben öldürdüm” diye cevap verdi.
- Er erle döğüşür ama senin şu suratsız Çinli ile yoldaşlığın iyi kişi olmadığını gösteriyor. Söyle bakalım, Burguçan’ı neden öldürdün?
- İkimizde Tulu Han ordusunda olduğumuz için Çinliye yoldaştım. Burguçan’a gelince o bana engel olduğu içim öldürdüm.
Burguçan’ı Pars’ın öldürdüğünü anladıktan sonra Yağmur’un daha çok konuşmağa niyeti yoktu. Öteki de daha çok hesap vermeğe hiç istekli gözükmüyordu. Kartal bakışlarıyla birbirlerini kolluyorlardı. Birdenbire kılıç çekerek birbirlerine saldırdılar. At üzerinde sert bir vuruş başladı.