Ertesi bahar, Türkeli’ne erkence geldi. Gökten inen türlü belâlarla bitkin hale gelen bu insanlar biraz doyum olmak için Çin’e akın etmekten başka hiçbir şeyin fayda vermiyeceğini düşünmekte birliktiler. Kağan ne tasarlıyordu da akın buyruğunu vermiyor, bunu bir türlü anlıyamıyorlardı. Akın buyruğu geciktikçe söylentiler, dedikodular artıyor, açıktan açığa kağan aleyhinde söylenmekten çekinmiyenler çoğalıyordu.
i-çing Katun, Çinli adamları yoluyla kağan ve kendisi aleyhinde kimlerin konutluğunu haber alıyordu. Bunların arasınd ağabeynbaşı Bögü Alp’ın da bulunduğunu işitince bunu önlemek gerektiğini, önlenmezse kötü bir sonuca varabileceğini düşündü. Bögü Alp’ın gözünü daldan budaktan sakınmaz bir bahadır olduğunu işitmişti. Üstelik Işbara Han’ın damadı idi. İ-çing Katun, Kara Kağan’a en sadık beğ olan Uluğ Tarkan’ı çağırtarak buyruklarını vermekte gecikmedi. Bögü Alp’ı herkes tanıyordu. Hele Batı Kağanı’na elçi gittikten sonra ünü, sanı büsbütün yayılmıştı. Uluğ Tarkan, binbaşıyı bulduğu zaman sert bir sesle sordu:
- Binbaşı Bögü Alp! Kağan ve Katun aleyhinde söz etmişsin, doğru mu?
- Doğrudur Tarkan!
- Öyleyse, kağanın buyruğunu beklemek üzere seni hapsedeceğim.
- Peki, gidelim!
Tam bu sırada atlı bir ulak gelerek yarın çerinin toplanması için Kara Kağan’ın verdiği buyruğu bildirip dört nala uzaklaştı. O zaman Bögü Alp işte bir yanlışlık olacağınız sezerek:
- “Uluğ Tarkan! Buraya gelmek için buyruğu kağandan mı aldın” diye sordu.
- Hayır! Katundan aldım.
- Öyleyse seninle beraber gelmem.
- Neden?
- Kara Kağan savaşa gitmek için beni orduya çağırırken İ-çing Katun beni deliğe tıkmak için sana buyruk veremez.
- İ-çing Katun bana bu buyruğu verdi
- Verse de değeri yok. Birazdan atıma bindikten sonra İ-çing Katun’un buyruğunu tanımam.
Uluğ Tarkan çok direnmedi. Çünkü Bögü Alp’ın haklı olduğunu görüyordu. Dirense de binbaşının dinlemiyeceğini anlıyor, onunla teke tek dövüşmek gerekeceğini görüyordu. Bögü Alp’la teke tek dövüştükten sonra da katunun buyruğunun yerine gelmesi ihtimali pek azdı.
Uluğ Tarkan geri döndü.
Binbaşı bögü Alp bunun ne biçim bir akın olduğunu anlıyamıyordu. Işbara Han ordusu akına gelmemişti. Kür Şad tümeni de yoktu. Tulu Han’a gelince, O Kara Kağan’la birlikte akın etmek şöyle dursun, ona yağı olmuş, Çin’le dostluğa girişmişti. Kara Kağan ordusu Çin’e yürürken Tulu Han’ı kendisine çekerek Çin’in güçlendiğibir çağda Kara Kağan iki tümenlik çeriyle akına çıkıyordu. Üstelik bu iki tümenden birinin başı da uygunsuz Çinli Şen-king’di.
Yürüyüşün ilk gecesinde, konakladıkları yerde Binbaşı Bögü Alp, Binbaşı Ay Beğ’le bunları konuşuyordu. Atlarını sonsuz bozkırda otlamağa bırakıp kendileri yere uzanmışlardı. At uşağı Yumru epey ilerde, borusu belinde olduğu halde bağdaş kurmuş, kılıcını biliyordu. Bögü Alp dedi ki:
- Ay Beğ! Niçin iki tümenle akın yapıldığını biliyor musun? Işbara Han’la Kür Şad’ın niçin akında bulunmadığını biliyor musun? Bu akında ne kazanacağımızı, yahut ne kaybedeceğimizi biliyor musun?
Ay Beğ acı acı gülümsedi:
- Bunu İ-çing Katun’la Şen-king’e sormalı. Bu kadar açlık çektikten sonra biz, kadınlarımız ve çocuklarımızla Çin’e yüklenmeliydik.
İki binbaşı kendilerine bir bilmece gibi gelen meseleyi konuşarak hararetli bir tartışmaya daldılar. İlk önce çok yavaş konuşuyorlardı. Sonra sesleri yükseldi. Yumru’nun işitebileceği kadar sertleşti. Yumru, basit bir çeri olduğu için akına giden çerilerin sayısı onu pek ilgilendirmiyordu. On tümenle saldırmak, yahut iki tümenle akın etmek arasında ayrıntı görmüyordu. O şimdiye kadar karşısında hep bir tek yağı görmeğe alışmıştı. O bir teki hakladıktan sonra başka tekler de çıkıyordu ama bundan Yumru’ya bir zarar gelmiyordu. Yağı, isterse yüz tümen olsun, yüz tümeni birden Yumru’nun karşısına çıkacak değildi ya… Bu yüz tümenin içindeki herhangi bir tümenden herhangi bir er kendisine gelecek, Yumru’da onu nasıl olsa tepeliyecekti. Onu tepeledikten sonra ötekiler de gelse aynı şeydi. Bu binbaşılar da ne diye oturup çeri sayısı yapıyorlardı? Yumru bunları düşünmeğe vakit bulmadı. Serin gece rüzgârının altında, toprağın üzerinde, yıldızlara bakarak tatlı ve rahat bir uykuya daldı.
Binbaşılar gece yarısını geçtiğini durmamışlardı. Hatta yavaş yavaş yaklaşıp arkalarında duran gölgeyi de sezinlememişlerdi. Daha doğrusu bunun farkına varmışlardı ama, gelip geçecek olan bir gece nöbetçisine bakmağa lüzum görmemişlerdi.
Fakat gölgenin baş uçlarında dikilip kalması sonunda binbaşıların dikkatini çekti. Başlarını kaldırıp öfkeyle nöbetçiye bakmalarıyla yerden fırlamaları bir oldu. Deminden beri nöbetçi diye aldırmadıkları bu gölge Kara Kağan’ın ta kendisiydi.
İki binbaşı yere diz vurdular. Kağan bunlu bakışlarla onları süzerek “Yanlış düşünüyorsunuz binbaşılar” dedi. Sonra onların taş gibi sessiz ve hareketsiz durduklarını görerek sözlerini tamamladı:
- Işbara Han’la Kür Şad’ın bütün çerisini toplasak bir tümen tutmaz. Bunun da yarısı atsızdır. Kendim de ancak iki tümen çeri çıkarabildim. Işbara Han’la Kür Şad bozuk düzen çerileri ve arık atlarıyla Türkeli’ni biz yokken herhangi bir saldırışa karşı koruyacaklardır. Son kıtlık ve açlıkta ne kadar insan, ne kadar hayvan öldü biliyor musunuz? Bilemezsiniz… Ben, Türk Kağanı Kara Kağan, bu orduyu donatmak için, binlerce attan kalan bir iki yüz atımı da çerilere dağıttım. Bindiğim tek eşkin atımdan başka bir şeyim yok.
Kara Kağan bu sözleri söyledikten sonra çabuk ve sert adımlarla uzaklaştı. İki binbaşının bu işe canları çok sıkılmıştı. Bögü Alp sabaha kadar uyuyamadı.
İki gün sonra Gök Türk ordusu Uyang dağına vardığı zaman öncüler Çinlilerin göründüğünü bildirdiler. Öncülerle çaşıtların getirdiği bilgiye göre Çin ordusu iyi giyimli, iyi besili beş altı tümenden mürekkepti. Kara Kağan’ı en çok düşündüren şey Tulu Han’ın da karşı tarafta olup olmadığı idi. Tulu Han’ın ve çerilerinden kimsenin Çin ordusunda bulunmayışı Kara Kağan’ın biricik avuncu oluyordu. Yoksa yorgun ve arık iki tümenle üç kat üstün düşmana karşı çarpışmak o kadar kolay değildi.
Bögü Alp Türk ordusunun sağ kanadında geriye, yedek olarak konulmuştu. Oldukça yüksek yamaçtan bütün savaş alanına bakan bir yerde, binbaşı Çin ordusunun yürüyüş ve dizilişini dikkatle gözden geçiriyordu. Yağı üç sıra halinde sıkışık düzenle ilerliyordu. Öncü çıkarmamıştı. Kağan, tam orda üç tuğunu dikmiş ve Binbaşı Ay Beğ’i öncü olarak saldırışa yürütmüştü.
Ay Beğ, buyruğundaki bin kişiyle yorgaya kalktı. Sonra hızlandı. Yağıya beş yüz adım kala keskin bir boru alanda çınladı. O zaman dört nala kalktıkları görüldü. Savaş haykırışlarıyla Çinlilere doğru at teperlerken bir yandan da ok yağdırıyorlardı. İki yüz adım kalaya kadar böyle yarıştılar. Sonra bir boru daha öttü. Ay Beğ bininin birden geriye dönerek kaçmağa başladığını Bögü Alp’ın gözüne çarptı. Bu yapmacıktan kaçış tam sırasında yapılıyordu. Çünkü ilk sıradaki iki Çin tümeni Ay Beğ’i sarmak üzere sağdan soldan ileri atılmıştı. Ay Beğ tuzağa düşmemişti. Boru ile bütün çerisini sağa çektikten sonra yeniden yüz geri edip Çin tümenlerinden birine saldırdı. Kağan bu manevrayı beğenmiş, soldan ilerliyen Çin tümenine karşı da başka bir bin çıkarmıştı.
Ay Beğ şimdi Bögü Alp’ın bin adım kadar yakında dövüşüyordu. Karga sürüsüne doğan girer gibi yağıya dalmış, onları darmadağın etmişti. Soğukkanlılıkla yüksek bir yerden savaşı seyreden Bögü Alp yavaşça: “Kağan haklı” diye mırıldandı. Çünkü Türk atları her zamanki yıldırım hızıyla koşamıyor, Türk okları her zamanki şaşmaz uçuşlarla Çinli göğüsleri delemiyordu. Bin adım uzaklıktan bile Türk atlarının Çin atlarına göre ne kadar arıklamış olduğu seçiliyordu.
Ay Beğ yeniden sıyrılmış, geriye doğru kaçıyor, arkaya atılan oklarla Çinlileri hırpalamağa çalışıyordu. Bu sırada Bögü Alp’ın gözleri yakındaki Ay Beğ’den ayrılarak kağan yönüne çevrildi. Kağanın üç tuğunun havaya kalkmış ve iki ordunun bütün varlıklarıyla birbirine girmiş olduğunu gördü.
Kendisi kağandan buyruk almadıkça buradan kımıldamıyacaktı. Fakat Çinlilerin beş tümenle kağana karşı saldırmaları, onun da buna karşı durması artık kendisine buyruk veremiyeceğini gösteriyordu. Tekrar Ay Beğ’e baktı. Albız alsın!... Ay Beğ kılıç çekip Çinli’ye saldırırken ok yiyip devrilmiş, yarıya inmiş olan bini hızla çekilmeğe başlamıştı. Bögü Alp, biraz gerisinde duran Yumru’ya: “Saldır borusu çal!” diye bağırdıktan sonra yayına el attı. Boru çınlarken Bögü Alp’ın bin atlısı yıldırım gibi fırladılar. Bögü Alp, Ay Beğ’in kalan atlılarını da kendisine katarak dolu dizgin saldırdı. Kararını vermişti. Yapsa da, yapmasa da kararından dönmiyecekti.
Çinlilere doğru at koştururken ilk önce ok yağdırarak onların önde bulunanlarını sapır sapır yere döktü. Sonra boru ile çerisini toplıyarak yapabildikleri en hızlı koşu ile Çin ordusunun ardına sürdü. Bunu yapmak için büyük bir kavis çizmek ve Çinlilerden daha çok yol almak gerekiyordu. Ne olacağını anlamıyan Çinlilerin kısa bir anlık şaşkınlığından faydalanarak yıldırım gibi ilerledi. Çinliler durumu kavramışlar, kısa yoldan Bögü Alp’ı önlemeğe girişmişlerdi. O zaman binbaşının sesi gürledi:
- Yüzbaşı Yağlakar!...
Savaş ve at gürültüleri arasında yine o kadar sert bir ses karşılık verdi:
- Buyur!
Bögü Alp, kendi arkalarından gelen ve kendisinin, Çin ordusu gerisine düşmesini çalışan Çin atlılarını kılıçla göstererek buyruğunu verdi:
- Ben yağının ardına erişinceye kadar bu gelen Çinlileri oyala!
- Buyruk senindir.
Yüzbaşı Yağlaklar üç yaşında Ötüken’e getirilmiş bir Kırgız’dı. Kaç yıldır, bir fırsat bulup Kögmen Dağı’nı aşarak atasının yurduna gitmeği, baba ocağını görmeği tasarlıyor, fakat her yıl bir engel çıkıyordu. Bu buyruğu alınca artık Kögmen’i aşmak umutlarını bırakmak gerektiğini anladı. Çünkü kendi yüz atlısıyla bir tümen Çinliyi oyalamak pek yakında Uçmağa varmak demekti. Fakat pek yakında öleceğini düşünmek onu asla yüksündürmedi. Koca Kırgız yüzbaşı, içinde dirliğe veda etmenin garipliği de çınlıyan çok gür ve heybetli bir sesle erlerini çabucak çevresine topladıktan sonra yüz kişiyle on bin Çinliye daldı. Yağlakar, her kılıç vuruşta bir Çinli deviriyor ve : “Al! Kögmen Dağı aşkına...” diye bağırıyorduç erleri de coşmuşlardı. Onlar da Çinlileri ikiye biçen vuruşlarını “Ötüken aşkına”, “Kara Kağan aşkına”, “İ-çing Katun aşkına”, Şen-king aşkına” diye bağırarak yapıyorlar, bir yandan da güneş görmüş kar gibi eriyorlardı.
Yüzbaşı Yağlakar gerçekten Kögmen’e gidecekmiş gibi ilerliyor. Neredeyse Çin tümenini baştan başa yarıp geçecekti. Fakat atı vuruldu ve kendisini yerde buldu. Pek yakından atılan bir ok böğrüne saplandı. Dünya âlem gözüne karanlık oldu. Yüzlerce at üzerinden geçti. Fakat yiğit Kırgız ve yüz eri Bögü Alp’a istediği zamanı kazandırmıştı. Binbaşı, koyun sürüsüne kurt girer gibi Çin ordusuna ardından dalmıştı. Pek tuhaf savaş oluyordu. Beş Çin tümeni Kara Kağan’ın iki tümenini geriye doğru sürerken Bögü Alp da bu beş tümeni kovalıyor, onun ardından da kendisini kovalıyan Çin tümeni geliyordu.
Bögü Alp o gün yırtınırcasına dövüştü. Ok ve kılıçla yaralar aldı. Çok Çinliyi tatlı canından ayırdı. Yiğit erlerinden yüzlercesini feda etti. Fakat bozgunun önüne geçemedi. Binbaşı, Çinlilere verdirdiği büyük kayıplar dolayısıyla bozgunun, yok olma derecesine gelmesini önlemiş olmakla avunabilirdi. Nitekim Çinliler Türk ordusunun ardından gelememişler, kendileri de rahatça büyük çölü geçebilmişlerdi. Fakat avunamıyordu. Yüzbaşılarının hepsi, onbaşılarının çoğu savaş alanında yatıyordu. Bögü Alp’ın bini, üç yüz kişi kalmış, Kara Kağan’ın iki tümeni de çölü geçtiği zaman yarıya inmişti.