S.10

Ertesi gün Çalık yine erkenden kalktı. Bugün tok olduğu için gücü yerinde idi. Artık ok atarken kolu titreyip gözü kararmazdı. Torbasına iri bir et parçası koyduktan sonra çadırdan çıktı. Ortalık karlarla örtülmüştü. Dün gece epey kar yağmış, bu da atlar için kötü olmuştu. Çalık tokken iyi düşünürdü. Bir gün önceki sınama onun kulağına küpe olmuştu. O artık bugün, tavşan yahut geyik vurmağa değil, kuş avlamağa gidecekti. Çalık eskiden beri bu ormanda küçük kuşlar avlar, bunun için de ağaç dallarından yaptığı ince okları kullanırdı. bU kuşlar küçük, fakat çok tatlı olurlardı. Nasıl olsa evde birkaç günlük et olduğu için aceleye de lüzum yoktu.

Ağaçlara tırmanmak gerektiği için Çalık ata binmemiş, karları eşerek ot bulsun diye atını ovaya bırakmıştı. Çok kuş yakalarsa bunları kımızla bile değişebileceğini
düşünüyordu. Şöyle bir çamçak kımız bulsa artık anasının ağız açıp dil uzatmağa yüzü olmıyacak, karısı da sevinecekti.

Çalık ormana varınca gözüne kestirdiği bir çam ağacına tırmandı. Rüzgâr esmiyor, kuşbaşı kar yağıyordu. Kendini bir dala iyice yerleştikten sonra bıçağı ile dalları keserek yontmağa başladı. Çam ağacından yapılan oklar küçük kuşları vurmada daha çok işe yarıyordu. Dallardan yaptığı okları sadağına yerleştirirken birdenbire gözleri ileriye takıldı. Karşıdan iki yaya konuşarak yavaş yavaş geliyorlardı. Çalık bunları görünce düşündü:

- “Bunlar da av için gelseler böyle yürümezlerdi” dedi. Gelenler biraz daha yaklaşınca Çalık onların iki Çinli olduğunu anladı. İki Çinli, Çalığın ağacına doğru geliyorlardı. Dikkatle bakan Çalık bunlardan birinin Van-zin-şan olduğunu tanıdı. Ötekine gelince: Bu yoksul kılıklı, çirkin yüzlü herifi tanır gibi oluyordu ama kim olduğunu hatırlamıyordu. Çalık, gerek Şen-king’in, gerekse Van-zin-şan’ın pek kurumlu olduklarını işittiği için bu kılıksız Çinli ile ne konuştuğuna şaşıyordu.

Bu sırada iki Çinli, Çalığın bulunduğu ağacın pek yakınından geçiyorlardı. Oldukça yavaş sesle konuşuyorlardı. Böyle olduğu halde Van-zin-şan’ın Çince “Şen-king kuşkulanır” dediğini işitebilmişti.

At uşağı Çalık, uzaklaşan Çinlilerin ardından baktıktan sonra:

- “Ben bu herifi nerede görmüştüm?” diye söylendi. Sonra kendine kızmış gibi birdenbire:
- “Albız alsın! Nerede görmüş olursam göreyim. Ben şimdi kuş avlamağa bakmalıyım” dedi ve ilk okunu fırlatarak karşıki ağaçların birinden bir kuş vurdu.



Çalık her vurduğu kuş için inip yine ağaca çıkarak öğleyi buldu. 20 kuş vurmuştu. Bu, az bir şey değildi. Şimdi gidip bunları vererek kımız almağa bakmak gerekti. Çalık durmadan, alış veriş yapılan yere gitmeğe başladı. Kağan, kış günleri alış veriş yapılsın diye ağaçtan, üstü örtülü büyük bir ev yaptırmıştı. Çin tüccarları, çok eski çağlardan beri, bazan Ötüken’de kalırlar, sonra yaz olunca Çin’e dönerlerdi: Onlar alış veriş yaptıkça kağanlar onlardan vergi alırlar, böylece bu alış veriş iki tarafa da yarardı. Çalık bu büyük eve girince duraksadı. Şimdiye dek buraya birkaç yol gelmiş, fakat hiç birinde bu kadar kalabalık görmemişti.

Sağa sola bakınırken gözüne Onbaşı Yamtar’la Onbaşı Pars ilişti. İki onbaşı, Batı Kağanının elçileriyle birlikte konuşuyorlardı. Çalık yavaş yavaş onlara yanaştı. Bu adamlar bozuk bir Türkçe ile ve ağır ağır söz söylüyorlardı. Yamtar, Çalığı görünce:

- “Bunlar Suğdak!” dedi. Çalık bu sözü hiç işitmemişti. Sordu:
- suğdak ne demek?
- Suğdaklar batı çevresinde küçük bir budundur. Batı kağanının buyruğundadırlar. Bunlar Türk değildir ama Türk dilini bilirler. Bunlar sart (tüccar) kişilerdir. Buraya da alış veriş için gelmişlerdir.

Çalık Suğdakları bir süzdü. O halde alış verişe bunlarla başlayabilirdi. Torbasını açarak kuşları gösterdi:

- “Bunları alır mısınız?” diye sordu.

Suğdaklar bir ara, birbirleriyle kendi dillerince konuştular. Sonra bir tanesi Çalığa şöyle söyledi:

- Bu kuşların küçüklerine birer akça, büyüklerine ikişer akça veririm.

Çalık somurttu:

- Akçayı ne yapayım? Bana kımız ver. Akça karın doyurur mu?

Onbaşı Pars söze karıştı:

- Sen akçaları al. Bu akçalarla da gidip kımız alırsın. Bak, evin öte bucağında Çinliler var. Demin kımız da satıyorlardı. Bitmediyse sen de al.

Pars bu sözleri söyliyerek eliyle evin öte köşesini gösteriyordu. Çalık kalabalığın arasında, gösterilen yere baktı. Çinlileri gördü. Hem de bu Çinlilerin arasında sabahleyin ormanda gördüğü kılıksız ve suratsız herifi de tanıdı. Kımızın bitmesinden korkarak Sudağa bağırdı:

- Çabuk, akçaları ver. Kuşları da al!

Çalık bir davranışta kuşları torbasından boşalttı. Suğdağın verdiği akçaları alarak Çinlilere doğru yürüdü. Arada sekiz on adımlık yer kalmıştı. Kılıksız Çinli ile göz göze gelen Çalık haykırdı:

- Ulan Çinli! Beni tanıdın mı?

Fakat Çinli bu soruya cevap vermedi. Gülünç bir şaşkınlık ve acele ile yerinden fırladı. Kalabalığı yararak, ötekine berikine çarparak kapıya koştu. Ardına bakmadan kaçtı. Çalığın ağzı açık kaldı. Çinliler de şaşmışlardı. Olup biteni görenler de hep Çalığa bakıyorlardı. At uşağı, bu herifin neden kaçtığını Çinliler’e tam soracaktı ki, sert, gevrek bir kahkaha evin içinde çınladı. Suğdaklar ise bundan bir şey anlamıyarak alık alık birbirlerine bakıştılar. Sançar hem gülmekten kırılıyor, hem de kesik kesik Çalığa şöyle diyordu:

- Çalık hâlâ adam olmadın. Hiç Çinlinin üstüne hızlı hızlı gidilir mi? İşte böyle ödü patlayıp kaçar. Belli ki canını almağa geliyorsun sandı...

Genç onbaşının bu sözlerinden sonra bütün evi dolduran ve dışarda da uğultular yapan bütünleme bir kahkaha koptu. Bütün Türkler gülüyorlar, Çinlilerden de ya korkudan, yahut da bu gülünç gerçeğin açığa vurulmasından buna iştirak ediyorlardı. Suğdaklara gelince, onlar pek az gülen Türkler’in yanında gülmek ihtiyaçlarını doyuramadıkları için bu fırsattan istifadeye çalışıyorlardı. Yoksa onlar olup biteni görmemişler ve kıt Türkçeleriyle Onbaşı Sançar’ın katılarak söylediği sözleri anlıyamamışlardı.

Sançar’la Çalık o kadar gülüyorlardı ki ikisi de yere yuvarlanmışlardı. Katılmamak için ellerini böğürlerine bastırıyorlar, arada bir söz söylemek istedikleri halde gülmekten söyliyemiyorlardı. Onbaşı Sançar gülmeğe başladı mı, hele yere yuvarlandı mı artık bunun arkası kesilmezdi. Halbuki onun kahkahasının Ötükenliler üzerinde öyle bir tesiri vardı ki, Sançar gülmeğe başlayınca hepsi gülerler, o susmadan susmak bilmezlerdi. İşte Sançar yere yuvarlanmış, bayılacak gibi gülüyordu. Susmazsa oradakilerin hali nice olurdu? Sançar bu gülmeğe belki dayanırdı ama ötekiler kendilerine pek güvenemiyorlardı. Geçen yıl Sançar’la birlikte gülerken katılıp ölen bir çeri hepsinin aklında idi. Pars’la Yamtar bu tehlikenin önüne geçecek yolu buldular. Yerde kırılan, kahkahalar atan Sançar’ı omuzlayınca evden dışarı çıkardılar. Atına bindirdiler. Atın yelesine yaslanan Sançar’ı hafifçe bağladılar. Ondan sonra atını kırbaçlıyarak sürdüler.

At dört nala giderken Sançar hâlâ kahkahalar atıyor ve bu kahkahalar ovada çınlıyor, çınlıyor değil kükrüyordu.

Çalık yerden kalkınca hemen Çinli sartlara yöneldi. Akçaları önlerine koyarak:

- “Bana bunların değerince kımız verin!” dedi.

Çinlilerden biri akçaları saydı:

- On dokuz akça var. Sana bir çamçak kımız vereyim! Diye cevap verdi.

Çalık, çamçağını uzattı. Sonra Çinlinin doldurduğu çamçağı dikti. Sonuna kadar içti. Bir çamçak kımızı içtiği için kıvançlı olduğu yüzünden anlaşılıyordu. Fakat yavaş yavaş yüzünün neşeli hali geçti. Mırıldanır gibi:

- “Hay albız alsın. Ben bu kımızı eve götürecektim. Sançar bana her şeyi unutturdu” diye söylendi. Sonra birdenbire kaşlarını çattı. Çinliye dönerek sordu:
- Ne dedin, benden on dokuz akça mı aldın?
- Evet beğimiz!
- Bana beğ deme, gözünü patlatırım! Ben at uşağıyım.

Çalık hemen Sudağın yanına koştu:

- Sen bana kaç akça verdin be?
- Otuz akça verdim.
- Otuz akça verdin de neden Çinlinin önünde 19 akça çıktı?
- Nasıl olur? Ben sana 30 akça verdimdi.

Çalık gene Çinlinin karşısına koştu, bağırdı:

- Ulan Çinli! Beni kızdırma. Bak Suğdak bana 30 akça verdiğini söylüyor. Ben ondan aldığım bütün akçayı sana verdim. Doğru söyle. Yoksa...

Çinli bin türlü yemin ediyordu. Çalık gene Sudağa koştu. Kolundan tutunca herifi âdeta sürükler gibi Çinli sartın karşısına geldi. Sudağa sordu:

- Bana kaç akça verdin?
- Otuz!
- Sen benden kaç akça aldın?
- On dokuz!
- Ualan hanginiz yalan söylüyorsa bildirsin de gözünü patlatayım.

Çinli kurnaz kurnaz gülümsemeğe çalışarak şöyle dedi:

- Acaba akçaların yarısı beğimizin kesesinde kalmış olmasın?
- Ulan çıldırdın mı? Benim akçam sizin beğinizin kesesine girer mi?
- Hayır, hayır! Yani sizin kesenizde kalmış olmasın?
- Ne kesesi be? Benim ok sadağımla et torbamdan başka kesem olur mu?

Bu sırada suğdak söze karıştı:

- Sakın akçaları demin gülerken düşürmüş olmayasın?

Çalık düşündü. Acaba diye mırıldandı. Bu düşünce doğru idi. Fakat Çalık paraları düşürmediğini pek iyi biliyordu. Biliyordu ama bu heriflerin hangisinin kendisini aldattığını kestiremediği için sustu. Zaten çok duracak vakti yoktu. Yeniden ormana giderek kuş avlamalıydı. Hiç olmazsa bir çamçak kımız daha bulup eve götürmeliydi. Bu düşünce Çinli ile Sudağı kurtardı.



Gün batımına az kalmıştı. Çalık yeniden torbasını doldurduğu 20 kuşla hızlı hızlı dönüyordu. Çinli sartlar gitmeden yetişip bir çamçak kımız daha almazsa anasının dilinden, karısının dargın bakışlarından kurtulamıyacaktı. Bir ara ormanın çok sıklaştığı bir yere geldi. Ağaçlar burada o kadar sık idiler ki, kar bu sık ve karışık dalları tamamen yarıp yeri dolduramamıştı. Çalık adımlarını yavaşlattı. Başını yukarı kaldırarak ve adımlarıyla az gürültü yapmağa çalışarak ilerlemeğe başladı. Bu sık dalların arasında bir çok kuş saklanmış olmalıydı. Onları ürkütmeden görmek, sonra birden oklamak gerekti. Böylelikle alacağı kımız biraz daha çoğalırsa evdeki yeri o kadar sağlamlaşacaktı.

Çalık böyle sessiz ve tetik adımlarla yürürken sol yanında bir gürültü duydu. Buna homurdanma ve solumalar da karışıyordu. Çalık bir anda kuşları, evi, kımızı unuttu ve sola doğru yöneldi. Bu sık ağaçlar burayı epeyce karartıyordu. Daha birkaç adım atmadan işittiği Çince bir küfür Çalığı dikleştirdi. Aynı zamanda durarak olduğu yerde mıhlandı. Ağaçların ancak birer kulaç seyreldiği bu yerde hemen iki adam boyu yüksekliğinde bir ayı, üstü başı paralanmış üzere ayağa kalkmıştı. Çinli ile ayının arasındaki mesafe o kadar azdı ki Çinli sırtındaki sadaktan bir ok çekemiyor, yalnız elindeki iri bıçakla kendini korumağa çalışıyordu. Çalık, Çinlinin sırtındaki sadağın, Ötüken’de pek görülmedik bir şey olduğunu düşünecek zamanda değildi. Ancak ufak kuşları vurmak için hazırladığı tahta okunu ayının gözüne doğru gezleyerek fırlattı. Ok ayının gözüne girmiş, fakat aynı zamanda ayı da korkunç bir saldırışla ve yaman bir haykırışla Çinliye saldırmıştı. Çalık daha çok durmadı. Bıçağını çekerek atıldı. Ayının sırtına üç defa sapladı. Bu korkunç ayı, yeni düşmanının daha güçlü olduğunu görünce birden Çinliyi bırakarak Çalığa yöneldi.

Ayı ve Çalık üç dört adım aralıkla durup bir bakıştılar. Çalığın attığı ok demirden olsaydı bu ayı çoktan gebermişti. Fakat tahta ok yalnız onun gözünü kör etmiş, bu ise ayıyı çileden çıkarmıştı. Çalık canı yanan ayının ne yaman bir canavar kesildiğini biliyor, ona göre davranıyordu. Işbara Alp’ın at uşağı, b,nbaşının bir sözünü hatırladı. Işbara Alp “Korunmak için en iyi yol saldırıştır” derdi. Ayı ile Çalık aynı zamanda birbirlerine saldırdılar. İlk düşen Çalık oldu. Fakat koca pehlivan iki ayağıyla birden ayının göbeğine yaman bir tekma vurarak onu da sırt üstü oturttu.

Çalık daha önce kalktı. Bu düşüşten içi sarsılmış, kafası da iyice kızmıştı. Ayı daha kalkmadan fırlıyarak bıçağını ayıya bir daha saplıyabildi.

Ayı da ayağa kalkmıştı. Yaralarından oluk gibi kan akıyordu. Çalık ayıya bağırdı:

- Ulan koca oğlan! Kendini Yamtar mı sandın? Nasıl, güreşi kazanıp kuşları da alır, gider misin?

Ayı bir daha saldırdı. Bu sefer Çalığın bıçağı sapına kadar ayının boğazına saplanmıştı. İri canavar olduğu yere yıkıldı, bir iki debelenmeden sonra hareketsiz kaldı.

Bütün bunları ağzı açık, gözleri korkudan fırlamış olarak seyreden Çinli ayı yere yuvarlandıktan sonra Çalığın kendisine doğru soluyarak yürüdüğünü görünce hemen eğildi. Yere düşmüş olan küçük takkesini aldı.

Üstünü başını düzeltmeden, Çalığa bir tek teşekkür kelimesi mırıldanmadan bir tilki gibi ağaçların arasına seğirtti; gözden kayboldu. Fakat bütün bunların pek kısa bir anda olup bitmesi bile Çalığa Çinlinin yüzünü iyice ve yakından görmesi için kâfi gelmişti. Bu, sabahleyin Van-zin-şan’la birlikte ormandan geçen, biraz önce de kendisini görünce kaçarak Onbaşı Sançar’ı güldüren kılıksız Çinli idi.

Çalığın kafası, tanıyor gibi olduğu bu yüzü hatırlamak için bir kere daha karıştı. Kendi kendine: “Vay canına....” diye söylendi. Gözleri sevinçle parladı. Sonra “Vay canına...” diye bir daha söylendi. Bu sefer gözleri şaşkınlıkla açıldı. Çalık etrafta korkunç işler dönüyormuş gibi sağa sola baktı. Çalık etrafta korkunç işler dönüyormuş gibi sağa sola baktı. Sonra koşarak ilerlemeğe başladı.



Gün batalı epeyce olmuştu ki Çalık soluyarak evinin kapısını açtı. Kendisine bakan anasına, karısına bir şey söylemeden kuşları yere attı. Çabucak pusatlarını kuşandı. Sonra fırlıyarak kapıdan çıktı. Koşup atına atladı. Dört nala sürüp uzaklaştı.