Büyük gece gelip çattı:
Kür Şad, yapılacak saldırışın bütün inceliklerini tasarlayıp son buyruklarını verdikten sonra konçuyunun yanına geldi. Ona her zamankinden daha sert bir sesle:
- “Konçuy! Bu gece budunu kurtarmak için kanlı bir iş yapacağız. Ölürsem bildiğin gini yap” dedi.
Sonra onun yanaklarından öperek çocuklarını çağırdı. Sarılıp kucakladı.
Evinden çıktığı zaman yüzüne çarpan serinlikte başını göğe kaldırdı. Bulutlar umulmadık bir hızla koşuyor, rüzgâr beklenmedik bir sertlikle esiyordu. Kür Şad’ın kaşları çatıldı. Çabuk adımlarla yürüyerek saray ahırlarına doğru yöneldi. Ahırlardan iki yüz adım kadar ilerde birbirine dikey iki duvar vardı. Yarıda kalmış bir yapının duvarları olan bu iki duvar, iki üç ağacın da yardımıyla kendi arasına sığınanları çevredekilerin gözlerinden saklıyacak bir sığınak gibiydi. Kavşıt (randevu) orada olacak. Yarım kalmış duvardan bakınca saray ahırlarını, Çin kağanının her gece geçtiği yolu görmek kabildi. Kür Şad oraya varırken yağmur çiselemeğe başlamıştı. Kendinden önce kavşıta gelenler yere diz vurarak onu selâmladılar. Şimdi kimi duvarların dibinde, kimi ağaçların altında sessiz, hareketsiz bekliyorlar, bir yandan da havada bulutlar çoğlarak öevreyi karartıyor, her kısa anda bir iki kişi daha gelerek Kür Şad’ı selâmladıktan sonra bir kıyıya çekilerek sessizce duruyordu.
Kür Şad vaktin geldiğini hesaplamıştı. Arkadaşlarını adlarıyla çağırarak yoklamağa başladı:
- Binbaşı Bögü Alp!
- Buyur!
- Yüzbaşı Yamtar!
- Buyur!
- Yüzbaşı Yağmur!
- Buyur!
- Yüzbaşı Üçoğul!
Kür Şad bu seslenişe cevap alamadı. Bir an sustuktan sonra tekrarladı:
- Yüzbaşı Üçoğul!
Yine cevap yoktu. Üçoğul gelmemişti. Üzerinde durmıyarak yoklamağa devam etti:
- Onbaşı Gök Börü!
- Buyur!
- Onbaşı Ay Kutluk!
- Buyur!
- Onbaşı Emen!
- Buyur!
Şimdi sıra yeni onbaşılara, Kür Şad’ın onbaşılık verdiği genç Türk beğlerine gelmişti:
- Onbaşı Sungur!
- Buyur!
- Onbaşı Göktaş!
- Buyur!
- Onbaşı Barmaklak!
- Buyur!
- Onbaşı Kızıl Buka!
- Buyur!
- Onbaşı karabudak!
- Buyur!
- Onbaşı Çıgay Börü!
- Buyur!
- Onbaşı Tanrıvermiş!
- Buyur!
Beğler bitmiş, sıra karabuduna gelmişti:
- Kara Ozan!
- Buyur!
- Gümüş!
- Buyur!
- Yumru!
- Buyur!
- İl Kaya!
- Buyur!
- Çağrı!
- Buyur!
- Kalalduruk!
- Buyur!
- Utar!
- Buyur!
- Tunga!
- Buyur!
- Küçlük!
- Buyur!
- Ilaçın!
- Buyur!
- Yeke!
- Buyur!
- Arbuz!
- Buyur!
- Abı!
- Buyur!
- Turumtay!
- Buyur!
- Tuğrul!
- Buyur!
- Çobayıkmış!
- Buyur!
- Kaban!
- Buyur!
- Toluk Tüge!
- Buyur!
- Alp Aya!
- Buyur!
- Çengşi!
- Buyur!
- Öküş Kara Açkı!
- Buyur!
- Yığaç!
- Buyur!
- Kutan!
- Buyur!
- Yırım!
- Buyur!
- Badruk!
- Buyur!
- Tokuş!
- Buyur!
Yoklama bittikten sonra bir an, çıt bile çıkmadan bir susuş oldu. Sonra Kür Şad’ın biraz öfkeli gibi dikleşen sesi yükseldi:
- Yüzbaşı Üçoğul!
Üçoğul hâlâ gelmemişti. O zaman Kür Şad onu oğullarına sormağa karar verdi:
- Onbaşı Karabudak!
- Buyur!
- Baban nerede?
- Bilmiyorum Şad!
- Onbaşı Kızıl Buka!
- Buyur!
- Sen de bilmiyor musun?
- Bilmiyorum Şad!
Artık karanlıkta birbirlerinin yüzlerini seçemiyorlar, ancak karaltılarını görüyorlardı. Deminden beri Üçoğul üzerinde kafa yoran Bögü Alp, günlerdir içini kemiren şüpheyi Kür Şad’a açmak için yaklaştı:
- Kür Şad! Son günlerde onu bir Çinlinin evine geceleri girerken görmüştüm. Olmaya ki...
Bögü Alp sözünü tamamlamadan sustu. Bir Türk beği hakkındaki kuşkularını açığa vurmaktan utanıyor, fakat bu kadar önemli bir anda her hangi bir umulmadık tuzağa düşmemek için de her tedbire başvurmağa kendisini mecbur sayıyordu.
Karanlıkta Kür Şad’ın sesi yeniden yükseldi:
- Yüzbaşı Üçoğul’un nerde olduğunu bilen var mı?
Bir ses cevap verdi:
- Biraz önce kendisini gördüm.
- Nerde gördün?
İhtilâlcilerin en yaşlısı olan altmış yaşındaki Badruk, Yüzbaşı Üçoğul’u gördüğü yeri birkaç sözle anlattı. Burasının, geceleri evine girdiği zengin Çin tüccarının dükkânı olduğunu Bögü Alp ve Yumru anlamışlardı. Kür Şad’la Bögü karanlıkta bakıştılar. Şimdi karar vermesi için Kür Şad’ı bekliyorlardı.
Yağmur artmıştı. Rüzgâr pek sert esiyordu. Böyle bir gecede Çin kağanının sokağa çıkmasına imkân yoktu. Üçoğul da burada bulunsaydı Kür Şad, yapacakları işi birkaç gün sonraya atabilirdi. Fakat şimdi durum değişiyordu. Ya bir ihanete uğradılarsa?... Kür Şad uzun boylu düşünmedi. Kesin bir sesle arkadaşlarına:
- “Çin kağanı bu gece sokağa çıkmıyacak. Onu tutmak için biz saraya saldıracağız” dedi.
Kırk kişi oraya zaten ölüme kadar çarpışmağa and içerek gelmişlerdi. Onlar için, sokakta tek yaverler giden Çin kağanını tutsak etmekle, binlerce çerinin koruduğu saraya saldırmak arasında hiçbir ayrım yokru. Yaptıkları işin büyüklüğüne, kendilerinden yüzlerce yıl sonra gelenlerin şaşacağı da akıllarına gelmiyordu. Bildikleri tek şey Türk şerefini kurtarmak için pusata davrandıkları idi.
Kür Şad başına tulgasını geçirmiş, en çok okla iş göreceğini bildiği için, ağırlık yapmasın diye zırh giymemişti. Bögü Alp da zırh giymemiş, fakat kılıç ve yaydan başka kemerine iki bıçak takmıştı.
Yamtar’ın iri kalkanı yanında idi. Kolunun altında bir de çok ağır taş vardı. Bu taşı demir kapıları kırmak için kullanacaktı. Kendisi gibi güçlü olan Yumru’da da böyle bir taş bulunuyordu.
İçlerinde hem tulgalı, hem zırhlı, hem de kalkanlı olan yalnız Gök Börü idi. Gözleri görmediği için onu baştan başa savunma pusatlarıyla donatmışlardı. Fakat Gök Börü dün geceki yakarıştan sonra gözlerinin yağıyı gördüğüne inandığı için yanına sadak ve yay almasını da unutmamıştı.
Koca Badruk çok hafif giyinmişti. Belinde kılıcı, bir elinde yayı, bir elinde de on tane oku vardı. Ağırlık olmasın diye sadak bile almamıştı. “Bu yaştan sonra yaya dövüşü yapmak için gücüm kalmadı. On oku atıncaya kadar sıra kılıçlara gelir” diye düşünüyordu.
Kara Ozan’ın sadağı okla dolu idi. Kılıcı, bıçağı tamamdı. Fazla olarak arkasına kopuzunu da takmıştı. Böyle bir günde can yoldaşı kopuzundan ayrılmağa gönlü razı olmamıştı.
Genç beğler tulga giymişler, zırh takmamışlardı. Herkesten başka olarak İl Kaya’da dört beş tane bıçak, Öküş Kara Açkı’da iki tane kısa kargı vardı. Biri bıçak atmada, biri uzaktan kargı savurmada çok usta oldukları için böyle gelmişlerdi.
Bardaktan boşanırcasına yağmaya devam eden yağmurun şakırtısı arasında Kür Şad’ın ihtilâlden önceki son buyruğu işitildi:
- İşimiz ağırlaştığı için saraya hep birden saldıracağız. Dış kapılardaki bekçiler uzaktan okla öldürülerek ses etmeden içeri gireceğiz. İçerde Çin kağanının dairesine giden kapıları Yamtar’la Yumru taş vurarak kıracak. Tasarımız önce Çin kağanını yakalamak, bu olmazsa öldürmek. Sonra Urku’yu kurtarmağa çalışacağız. Ben ölürsem buyruk verme sırası Bögü Alp’ta, ondan sonra Yamtar’da, Yamtar’dan sonra Yağmur’dadır. O da ölürse bildiğiniz gibi yaparsınız. Şimdi yaylara ok koyup ardımdan gelin.
Kırk kişi yaylarını yarı germiş oldukları halde sessiz adımlarla yürümeğe başladılar. Ne rüzgârı işitiyor, ne de yağmuru duyuyorlardı. İşte on yıldır bekledikleri gün gelip çatmış, gözlerinde tüten savaşın eşiğine varmışlardı. Türk budunu bu çılgınca saldırışla tutsaklıktan kurtulacak, Ötüken’de atalarının kurduğu devleti yeniden yaşatacaklardı.
Yürüyorlardı…
Gönüllerinde tatlı öç duygusu, gözlerinde Türk Kağanlığı’nın hayali olduğu halde sessiz adımlar atıyorlardı. Gözleri olmıyan Gök Börü bile, kimse kolundan tutmadığı, yol hakkında bir şey bilmediği halde sessiz, fakat herkes kadar sağlam adımlarla yürüyordu.
Tarihin kırk meçhul kahramanı karanlıkta yürüyordu…
En önde Kür Şad, Bozkurt soyunun o od parçası oğlu vardı. Vazifesi olan Türk budununu kurtarmak, fakat hakkı olan kağanlığı başkasına vermek için, ırkının şiir tarihine en güzel mısraı yazmaküzere, gözler ilerde, el kirişte yürüyordu.
Onun arkasında Bögü Alp, Yamtar, Yağmur, Gök Börü, Ay Kutluk ve Emenbir sıra helinde ilerliyorlardı. Bögü Alp, sağlam yapısının altındaki daha sağlam yüreğiyle, kulağında Kıraç Ata’nın sözleri çınladığı halde yürüyor, Yamtar iri gövdesinin heybetine yakışan iri taş sağ koltuğunun altında olduğu halde yürüyor; Yağmur göze ilk çarpan dolgun yanakları ve gülen gözleriyle yürüyor; Gök Börü gözleriyle değil, Tanrı’nın gönlüne saldığı ışıkla görerek yürüyor; Ay Kutluk on yıl önceki kılıç yarasının asilleştirdiği yüzü ile; Emen, Çinlilerin öldürdüğü dokuz kardeş, üç dayı, iki eçe ve babasının öç diye haykıran sesleri kulağında olduğu halde yürüyordu.
Kırk kahraman yağmurun altında yürüyordu…
Kür Şad’ın yedi genç onbaşısı; kimi on beş, kimi on altı, kimi on yedi yaşında olan Sungur, Göktaş, Barmaklak, Karabudak, Kızıl Buka, Çıgay Börü ve Tanrıvermiş üçüncü sırayı teşkil ediyordu.
Türk sırası ve Türk saygısı düzenince yürüyorlardı. Beğlerin ardında 29 er dizi halinde yürüyorlardı.
Bunlar böylece saraya doğru yürürken, deminden beri süren sağanakla çamurlanan Siganfu sokaklarından birisi koşuyordu. Bazan bir su birintisine basarak sıçrattığı çamurlar yüzünü gözünü boyuyor, bazan sertleşen rüzgârla soluğu kesilerek duruyor, sonra yeniden koşuya başlıyordu. Gecenin bu anında koşan, sendeliyen, soluyan bu adam Üçoğul’du. Başı açıktı. Fakat sırtında sadağı, elinde yayı, belinde kılıcı vardı.
Üçoğul niçin geç kalmıştı? Bögü Alp kuşkulanmakta haklı mı idi?
Üçoğuş uzun zamandan beri Albız’a uymuştu. Vaktiyle Kara Kulan’ın konağındaki Çinli kırnaklardan birine gönül kaptırmış, Çin’e tutsak olduktan sonra Siganfu’da o Çinli kadını yine görerek aklı başından gitmişti. Şimdi zengin ve kocamış bir Çin tüccarının karısı olan bu kanışlı Çin güzeli Üçoğul’un usunu başından almış, onu günaha sokmuştu. Geceleri, tüccar eve dönmeden önce kadına gitmeyi huy edinmişti. Bögü Alp bir gece işte onu bu eve girerken görmüş, fakat işin ne olduğunu bir türlü anlıyamamıştı. Hattâ bir gece Üçoğul evdeyken Çinli de gelmiş, fakat kadın onu salkıyarak evden çıkmasını sağlıyabilmişti. İşte şimdi Üçoğul yine oradan geliyordu. Bu ölüm derneğine giderken Çinli sevgilisini de son defa görmekten kendini alamamış, onun evine gitmişti. Fakat tüccar eve gelmiş, Üçoğul’u yakalamış, o da “Bu gece kısmet senden başlamakmış” diyerek onun başını uçurmuştu. Kadın korkup ağlamağa başlamış, kocasının ölüsünü götürüp bir yere gömmesi için Üçoğul’u sıkıştırmışsa da bu gece başka işi olan yüzbaşı bunu kabul etmemiş, bu yüzden aralarındaki tartışma kavga halini almak üzere iken Üçoğul zamanın geçtiğini görerek börkünü giymeden sokağa fırlamıştı.
Koşuyor, içinden Çinliye kargışlar savuruyor, sövüyor fakat yine koşmakta devam ediyordu. Yorulmuştu. Soluğunu tıkıyan sağanak da hızını kesiyordu. Saray ahırlarına yaklaşmıştı. Köşeyi dönse ötekilerine kavuşacaktı. Üçoğul son gücünü toplıyarak yeniden ileriye atıldı. Köşeyi döndü. Yazık!... Geç kalmıştı. Arkadaşlarının hep birlikte saraya gitmekte olduklarını, gördüğü karaltılardan anladı. Biraz durup geniş geniş soluk aldı. Sonra yeniden koşmağa başladı. Bir Türk beğinin yayan olarak bu kadar yol koşması görüp işitilmiş şey değildi.
Üçoğul arkadaşlarına yetişirken ilk oklar atılıp ilk nöbetçiler yere serilmiş ve kırk kişi daha hızlı yürümeğe başlamıştı. O şimdi geç kalmanın cezasını çekiyordu. Bir Türk beği ve Gök Türk ordusunda bir yüzbaşı olduğu halde bu ün gününde en geride yürüyordu. Daha çocuk denecek kadar genç olan ve ilk defa savaşa giren oğulları Karabudak’la Kızıl Buka bile kendisinden ilerde idiler. Uzun koşu kendisini zaten kızıştırıp terletmişti. Bu düşünce ile büsbütün kızıştı. Kan ter içinde kaldı.
Kırk bir kişi şimdi sarayın dış kapısına doğru yürüyordu. Ellerindeki kalın değnekler uzunda çıra tutan nöbetçiler çevreyi aydınlatıyorlardı. Burada altı nöbetçi vardı. Kür Şad, arkasındakilere işaret verdi. Kirişleri gerdiler. Sonra, Kür Şad’ın oku fırlar fırlamaz arkasından on ok daha uçtu. Nöbetçiler yere serilmişti.
Yürüyorlardı. Çeriyi düşünmeden, arkaya bakmadan, gözler yalnız ileriye dikilmiş olduğu halde yürüyorlardı. Büyük düğüne yaklaşıyorlardı. Düşürülen nöbetçiler birer peşrevden başka bir şey değildi.
Sarayın dış kapısından girince karşılarına bir bahçe çıktı. Yüz adım ilerde sarayım asıl kapısı bulunuyordu. Bu kapı henüz kapanmamıştı. İçerinin ışığı kapıya kadar gelip aydınlatıyor, sayıları çok olan nöbetçileri ihtilâlcilerin gözleri önüne koyuyordu.
Kür Şad arkaya döndü:
- Ok yağdırıp hızla saldıracağız! Davran!...
Yüksek sesle Türkçe verilen bu buyruk nöbetçilerin dikkatini çekti. Fakat kığırdamağa vakit bulamadılar. Ok yağmuru ortalığı allak bullak etmiş, nöbetçilerden ancak iki üç tanesi kapıdan içeri girmeğe vakit bulabilmişti.
Kırk bir kişi koşarak kapıya geldiler. İşte artık sarayın içinde idiler. Kür Şad’la Bögü Alp sarayın içini, Çin kağanının ve Urku’nun dairelerini biliyorlardı. Beş altı basamak merdiven çıktıktan sonra çok büyük bir odaya gelmişlerdi. İşte soldaki büyük kapı kağanın dairesine giden kapıydı. Fakat ihtilâlciler merdivenleri çıkarken Çince birkaç haykırış işitilmiş, sonra tokmakların tunç levhalara vurulmasından doğan sesler bütün sarayı çınçın öttürmüştü. Bu tunç sesleri tehlikeyi bildiren, yardım istiyen seslerdi. Yamtar artık kendisine ağır gelmeğe başlayan iri taşı var gücü ile kağanın kapısına indirmiş, bunu Yumru takip etmişti.
Bu gürültüler arasında karşıdan yüzlerce Çin çerisinin ihtilâlcilere doğru gelmekte olduğunu görüldü. Şimdi, Yamtar’la Yumru demir kapıyı kırmağa çalışırken ihtilâlcilerle Çin çerisi arasında elli altmış adım kadar bir uzaklıktan hızlı bir oklaşma başladı.
Kür Şad, Ötüken’in bu en keskin nişancısı şimdi her yay çekişte bir Çinliyi en can alacak yerinden vurup deviriyor, onun okunu yiyenlerde gık diyemeden ölüyordu.
Bögü Alp pek de nişan almadan ok atıyor, fakat her seferde karşıdaki kalabalıktan birini savaş dışı ediyordu.
Yüzbaşı Yağmur, gözlerinin içindeki gülümseyiş sönmeden telaşsız, ağır, talim yapar gibi ok fırlatıyordu.
Ötüken delisi Gök Börü, on yıl önceki halini almıştı. Gönlüne Tanrı’nın indirdiği ışıkla yağıyı görüyor , savaş uranı haykırarak yay geriyordu.
Genç onbaşılar şaşılacak çabuklukla ok çekiyorlardı.
Hâlâ çınlıyan tunç seslerine, Yamtar’la Yumru’nun demir kapıya indirdikleri taşların sesine, savaşanların haykırışına şimdi bir de yaralıların iniltisi karışmıştı. İki taraf da birbirine adım adım yaklaşıyordu.
İhtilâlcilerden ilk vurulup düşen Turumtay oldu. Arkasından Arbuz ve Kaban devrildiler. Gök Börü’ye birkaç ok değdiyse de baştan başa zırhlı olduğu için yaralanmadı. Karşıda Çin ölüleri üst üste yığılmış içlerine ürküntü girmişti. Kaçmak üzere idiler. Fakat bu sırada karşıdaki kapıdan yeni bir çeri kolunun daha girdiği görüldü. Üstelik o kapının yanındaki kapı da açılmış, oradan da bir alay Çinli girip ihtilâlcilere saldırmağa başlamıştı.
Okların uçarken çıkardığı ses, dışarıdaki fırtınanın sesini bastırıyordu. Şimdi Gök Türkler oldukları yerde duruyor, Çinliler adım adım ilerlemeğe çalışıyor, fakat ok yağmuru altında sapır sapır dökülüyorlardı. İhtilâlcilerden Alp Aya, Yeke ve Kalalduruk da cansız yatıyorlardı. Onbaşı Ay Kutluk omzuna bir ok saplanmış olduğu halde vuruşmağa devam ediyordu.
Koca Badruk savaşa gelirken aldığı on tane oku bitirmiş, fakat iş hâlâ kılıca gelmediği için yerden ok aramağa başlamıştı. Turumtay’ın gövdesine saplanmış olan oklardan birini çekip yayına yerleştirirken karnına ok yiyerek diz üstü çöktü. Bununla beraber okunu savurdu. Sonra yüzü koyun yere kapandı. Börkü düştü. Ak saçları yerdeki kızıl kana bulaştı.
Yamtar’la Yumru demir kapıyı hâlâ kırmamışlardı. Savaşa katılmıyorlar, Çin kağanının dairesine giden kapıyı kırmak için boşuna uğraşıp duruyorlardı. Artık kapıyı kırsalar bile iş işten geçmişti. Ilaçın, Kutan ve Onbaşı Emen de vurulup düşmüşler, buna karşı Çin sarayının bütün muhafızları uyanıp ayaklanmışlardı.
Şimdi yirmi beş, otuz adım aralıktan oklaşıyorlardı. Öküş Kara Açkı gür bir haykırışla bağırdıktan sonra iki kargısından birini savurdu. Ne yaman savuruştu!... Kargı Çin subaylarından birini zırhlı olduğu halde delip ardından çıkmış, onu fırıldak gibi döndürüp yere sermişti. Bunu görünce İl Kaya da bıçaklarına el attı. İlk bıçak birinin göğsüne, ikincisi başka birinin boğazına, daha sonraki üçüncünün yanağına saplandı. Dördüncüsünü atamadı. Bir anda dört beş ok göğsünü delmişti. İl Kaya ölürken, Çinliler gibi gerileyip yan üstü değil, birkaç adım atıp ilerliyerek yüzü koyun düştü.
Savaş çok kızışmış, sertleşmiş, hızlanmıştı. Onbaşı Ay Kutluk, onun arkasından da Utar, Tokuş ve Onbaşı Tanrıvermiş ölmüşlerdi.
Onbaşı Göktaş ihtilâlciler dizisinin en solunda, duvarın dibinde idi. Kendisinden on beş, yirmi adım geride Çin kağanının dairesine giden kapı bulunuyor, burada da babası Yamtar, yanında Yumru olduğu halde hâlâ iri taşları kaldırıp indirerek kapıyı kırmağa uğraşıyordu. Göktaş’ın sadağında ok kalmadığı için sağına bakınırken önce koluna, sonra böğrüne iki ok saplandı. İnliyerek çöktü. O zaman Göktaş yayını babasına fırlatarak bağırdı:
- Hey!... Baba!...
Koluna bir yay çarpan Yamtar başını çevirip oğlunu kan içinde yerde görünce durdu. Göktaş; gençliğe doymıyan, savaşa kanmıyan, dirliği bilmiyen, ölümü anlamıyan Göktaş yeniden haykırdı:
- Orda iş yok. Buraya yetiş!
Kapıyı kıramadığı için tepesi kızıp gözüne bir şey gözükmiyen Yamtar, arkadaşlarının bir çoğunu ölmüş ve Çinlilerin artmış olduğunu görünce kapıyı bıraktı. Koşarak ihtilâlcilerin savaş dizisine girerken elindeki iri taşı Çinlilere doğru fırlattı ve sadağa el atarak savaşa girdi. İri taş Çinlilerin tepesine düşerken Yamtar’ın, arkadan da aynı şekilde taşını fırlatarak Yumru’nun savaşa girişi Çinlileri biraz durdurdu.
Yamtar, deminden beri yaptığı işi savaşa benzer yeri olmadığı için şimdi vuruşmaktan büyük bir keyif duyuyor, ötesine berisine değip geçen oklara, hattâ Göktaş’ın ölümüne aldırmıyordu.
Öküş Kara Açkı ikinci kargısını da başka bir Çinliye sapladıktan sonra vurulmuş, arkadan da Çağrı ile Onbaşı Kızıl Buka Uçmağa varmıştı.
Binbaşı Bögü Alp bütün gücü, bütün ustalığı ve kahramanlığı ile dövüşüyordu. İlk önce Üçoğul kavşıta gelmediği için ihanete uğradıklarını sanmıştı. Şimdi Üçoğul’u kendi aralarında yaralı olarak canla başla savaşırken görünce içi ferahlamıştı. Bu arada aklına yine Kıraç Ata’nın sözleri gelmişti.
Kıraç Ata:
- “Yağmur yağıyor… Irmağın kıyısında dövüşüyorsunuz” demişti.
Yağmurun yağdığı yağdığı doğru idi. Fakat işte ırmak kıyısında değil, sarayın içinde dövüşüyorlardı.
Artık iki tarafında okları bitmişti. Şimdi ne olacaktı? İhtilâlciler yarılanmıştı. İş kılıca binse yirmi kat yağı ile uğraşmak gerekecekti. Bu sırada Kür Şad2ın buyruğu gürledi:
- Bögü Alp! Üç dört kişiyle yağıyı oyala! Ahıra saldırıp atları alacağız!
Bögü Alp çevresine bakınıp bir anda durumu gördü. Savaşa geç girdikleri için daha okları tükenmemiş olan Yamtar’la Yumru’nun yay çekişleri arasında buyruğunu verdi:
- Üçoğul, Gök Börü, Yamtar, Yumru, Sungur benimle kalacaklar! Ötekiler Kür Şad’ın ardından… Davran!...
Kür Şad arkasında Yağmur, Barmaklak, Karabudak, Çıgay Börü, Kara Ozan, Gümüş, Tunga, Küçlük, Çobayıkmış, Toluk Tüge, Çengçi, Yıgaç ve Yırım olduğu halde geriye döndü. Demin geldikleri yoldan şimdi hızla uzaklaşıyorlardı. Rüzgâr hafiflemiş, fakat yağmur dinmemişti.
Bögü Alp kılıç çekerek saldırış buyruğunu verdi. Beş arkadaşı da öyle yaptılar. Gök Börü şaşılacak bir sertlikte, sanki gözleri varmış gibi vuruşuyordu. Yamtar, korku salan iri gövdesiyle Çinlilere kılıç tersiyle vuruyor, fakat vurduğu kafayı kırıp parçalıyordu. Sungur babasının yanında, kılıç talimi yapar gibi, vuruşmanın bütün kaidelerine uyarak dövüşüyor, Üçoğul geç kalmaktan doğan utancını silmek için canla başla savaşıyor, Yumru da Bögü Alp’ın gözüne girmek için çok atılganlık gösteriyordu. Hepsi yaralıydılar. Bögü Alp kendi önüne gelenleri darmadağınık ediyordu. Kılıç vuruşları arasında çevresine çabuk bir göz attıktan sonra artık burada işlerinin kalmadığını anladı. Kür Şad2a gereken zamanı kazandırmışlardıç arkadaşlarına:
- “Yavaş yavaş kapıya doğru geri!...” diye bağırdı.
Bu buruk büyük bir düzgünlükle yerine geliyordu. Fakat Çinliler, gözleri görmiyen Gök Börü’yle babasının yanından ayrılmıyan Sungur2un çevresini sarmışlardı. Baba, oğul arkalarını duvara vermişlerdi. Gök Börü zırhlı olduğu için kılıçtan sakınmıyor, yalnız kendi vurduğunu hesaba katıyordu.
Bögü Alp, yanında Yamtar, Üçoğul ve Yumru olduğu halde kapıya doğru çekiliyordu. “Biz dışarıya fırlarken kapıyı kapatıp Çinlileri biraz daha oyamalı” diye haykırdı. Kapıdan çıkmak üzere idiler. Yamtar’ın gözleri, artık oğluyla birlikte ister istemez ölüme bırakılmış olan andasına ilişti. Birden kaşları çatılarak bağırdı:
- Gök Börü! Gözünü çıkartan herif karşında duruyor!
Bunu söyledikten sonra dışarı fırladı. O sırada Bögü Alp da kapıyı şiddetle çekerek kapamış, tokmağı Yumru’nun eline vererek:
- “Sıkı tut! Açtırma! Bize biraz daha zaman kazandır” diye buyruk vermişti. Sonra ötekilerle birlikte saray ahırının yolunu tuttu.
Yamtar’ın gürliyen sesi Gök Börü’yü çıldırtmağa yetmişti. Kalkanını fırlatarak karşısındaki Çinliye saldırdı. Dünyada en güçlü kişi ölümü göze almış olan kişidir. Gök Börü dün geceden beri ölümü göze almıştı: Şimdi ise öcünü bizzat kendisine kötülük edenden almak gibi binde bir ele geçen fırsatla karşılaşmak onu bahtıyar etmişti. Büyük bahtıyarlıklar da kişiyi delirtir. Gök Börü biraz da bundan delirdi. Kılıcını savurarak ileriye atılırken kılıcı havada başka bir kılıçla çarpıştı. Bu pek sert çarpışma ile kırılan kılıçların kıvılcımı parlayıp sönerken Gök Börü Çin kumandanı Çang-çung’la kucaklaştı.
- “Tanrı’nın işini görüyor musun kancık dölü?” diye bağırdı. Sonra ikisi birden yere yuvarlandılar.
Çimliler ona kılıç üşürürken Gök Börü Çinlinin boğazını sıkıyor, Bir yandan da belinden çektiği bıçakla gözünü oymağa çalışıyordu. Çang-çung bir eliyle boğazını korumağa uğraşırken, bir eliyle de Gök Börü’nün bıçaklı elini bileğinden yakalamış olduğu halde durdurmağa çabalıyordu.
Sungur babasının kalkanını eline almıştı. Babasına saldıran Çinlilere o da karşılık saldırışlar yapıyor, aldığı kılıç derslerini iyi öğrenmiş olduğunu belli ediyordu.
Gök Börü’nün kalçası ve bacağı iki büyük kılıç yarası almış, kan fışkırmağa başlamıştı. Fakat o buna hiç aldırmıyor, boğuşmakta devam ediyordu. Nihayet bileğini Çinliden kurtardı. Bıçağını onun göz pınarına getirerek daldırıp çıkardı. Bütün o savaş gürültüsü arasında Çinlinin acı acı haykırışı, her türlü sesi bastırarak sarayın koca odasında çınlarken Gök Börü’de ülküsüne ermiş kimselerin rahatlığı vardı:
- “Sungur! Öcümü aldım!” diye bağırdı. Sungur cevap vermiyordu. Genç onbaşı zırhlı olmadığı için uzun boylu dayanamamış, birkaç kılıç ve kargı dürtüşüyle delik deşik olarak cansız, yere devrilmişti.
Gök Börü yeniden bağırdı:
- Sungur! İşitmiyor musun? Öcümü aldım!...
Buna sert ve tınlayıcı bir ses cevap verdi. Bir kılıç vuruşu Gök Börü’nün tulgasını parçalayıp düşürmüş, ak saçları meydana çıkmıştı. İkinci bir vuruş yüzünü şakağından çenesine kadar parçaladı. O zaman korkunç bir kahkaha işitildi:
- Geç kaldın it tohumu!... Ben öcümü aldım!...
Gök Börü; on yıldır kederini içine atan Gök Börü, yanı başında öldüğünü sezdiği oğlunun gamından ve öç almanın verdiği sevinçten çıldırmış, korkunç kahkahalar atıyordu. Bu kahkahalar çınladı, çınladı, sonra birdenbire söndü…
Çinliler hep birden kapıya saldırmışlardı. Fakat dışardan kuvvetle çekildiği için bir türlü açılmıyordu. Bögü Alp, Yumru’ya kapıyı tutması buyruğunu verdikten sonra Yamtar ve Üçoğul’la birlikte saray ahırına doğru koşmağa başlamıştı. Fakat Üçoğul birkaç adım sonra kapaklanıp düştü. Aynı zamanda ayağında yaman bir sızı duyarak inledi. O zaman ayağına diklemesine bir ok saplanmış olduğunu gördü. İmkânı yok, koşamıyacaktı. Diz üstü sürünerek tekrar kapıya geldi. Tutunarak ayağa kalktı. Yumru’ya:
- “Kapıyı bana bırakıp sen ahıra koş” dedi.
Yumru iki eliyle kapının tokmağını tutuyor, içerden Çinliler açmak istedikçe çekip bırakmıyor, arkadaşlarına vakit kazandırıyordu. Yumru .ok ağır ve güçlü olduğu için bu işi başarıyla yapıyordu. Yanında Üçoğul’u görünce hoşuna gitmedi. Çünkü o daha geçenlerde yalan söylemiş, bu gece de kavşıtta bulunmamıştı.
- “Bögü Alp bu işi bana ısmarladı” diye cevap verdi.
Üçoğul inliyordu:
- “Ayağıma ok batmış, yürüyemiyorum. Ben nasıl olsa kalacağım. Sen canını kurtar” dedi.
Yumru direniyordu:
- Gidemem! Bögü Alp’ın buyruğu öyle…
Üçoğul kızmıştı:
- Ulan! Bögü Alp sana gün doğuncaya kadar burada kal mı dedi? Çinlileri biraz oyalayıp zaman kazandırmanı söyledi. Sen orayı bana bırak da ahıra git!
Yumru bu işibir türlü bırakmak istemiyordu. O zaman Üçoğul yayının kirişini kapının tokmağına geçirerek çevirdi. Yumru’yu iterek onun yerine geçti:
- “Yüzbaşı Üçoğul sana buyruk veriyor; Ahıra koşup arkadaşlarının yanına ulaşşşşşş!...” diye bağırdı.
Üçoğul bıçağını çekip ağzına almış, sağlam ayağını kapının öteki kanadına dayamış, kendisini arkaya vermişti. Fakat Yumru kadar güçlü olmadığı için kapı sarsılıyor, aralanıyor, sonra kapanıyor, tekrar açılır gibi oluyordu. Yumru, yüzbaşıdan buyruğu alınca koşarak uzaklaşmıştı. Kapının içeriden de bir tek tokmağı vardı. Fakat Çinliler birbirlerinin belini tutarak uzun bir dizi halinde çektikleri için sonunda Üçoğul’un kollarında güç kalmadı. Yayını bıraktı. Ağzında tuttuğu bıçağı eline aldı. İlk gelenin gövdesine daldırdı.
Yüzbaşı Üçoğul’un artık ayakta duracak kuvveti kalmamıştı. İki eliyle kapının açılmıyan kanadını tutarak bekledi. Üç adım ilerisinde, kendisini öldürmek için saldıran eli kılıçlı, kargılı çerilere şöyle bir baktı. Karşısında onlar olmasa çoktan kendini yere bırakır, yaralarının acısıyla inlemeğe başlardı. Fakat kendisine saldırdıklarını görünce düşmek için vurmalarını bekledi. İlk kılıç boynu ile omuzu arasına inip ince bir kan fışkırttı. Üçoğul bu vuruşu hiç beğenmemişti. Kendisi olsaydı böyle bir vuruşla karşısındakinin başını gövdesinden ayırabilirdi. Vuranı aşağılayıcı bakışlarla süzerek gülümsedi:
- “Acemice vuruş!...” dedi.
İkinci vuruş başına indi. Alnından gözlerine inan kan dünyayı karanlık etti. Sonra göğsüne bir kargı saplandı. O zaman kapıyı bırakarak kargıyı kavradı; dik bir ağaç gibi yere düşerek kaldı.
Üçoğul kapıda Çinlileri oyalarken Yumru fırlamış, Bögü Alp’la Yamtar’ın ardından koşmağa başlamıştı. Bögü Alp’la Yamtar sarayın ahırına vardıkları zaman burada seyislerle ihtilâlciler arasında kılıç vuruşu yapılıyordu. Yirmi kadar seyis, sarayın tunç levhalarına tokmakla vurulunca pusata sarılmışlar, ahırın dört kapısını tutmuşlardı. Tehlikenin ne olduğunu, nereden geldiğini bilmedikleri için atlara eyer vurup beklemişlerdi.
Kür Şad, arkasında on beş ihtilâlci olduğu halde saldırınca neye uğradıklarını şaşırdılar. Bir anda kapılardan içeri atıldılar. Fakat gelenlerin azlık olduğunu görünce karşı koymakta gecikmediler.
İhtilâlciler yorulmuşlardı. Hepsi yaralıydı. Seyislerin işini çabuk bitiremiyorlardı. Kılıçlar şakırdıyor, savaşçılar soluyor, bağırıyor, bu gürültüye atların kişnemeleri tepinmeleri de karışıyordu.
Kür Şad, karşısındaki Çinliyi devirdikten sonra ileri atılarak bağlı atlardan birini çözüp üstüne atladı. At üstünde savaş… Deminden çektiklerinin aynında su içmek gibi keyifli kalıyordu. At, usta biniciyi anlamıştı. Onun bir işaretiyle şahlandı. Kür Şad Çinlilere dalmış, bir iki kılıç vuruşuyla bir kişiyi daha yere sermişti. Fakat beri yanda ihtilâlcilerden Yırım, biraz sonra da Abı ölümcül yaralarla yere düşmüşlerdi, Yüzbaşı Yağmur da çenesine derin bir yara açan bir kılıç yemişti. Kılıç şakırtıları arasında Kür Şad’ın buyruğu işitildi:
- Atlara!...
Zaten seyislerden de ayakta olan pek fazla kimse kalmamış Bögü Alp’la Yamtar’ın ahıra dalması, seyislerin hepsini yok edecek savaşı bitirmişti.
İhtilâlciler atları çözerken Kür Şad bağırdı:
- Ahırın gizli kapısından çıkacağız. Dört kişi dört kapıda Çinlileri tutacak. Biz kuzeye doğru at tepip Vey ırmağının köprüsünden geçeceğiz…
Sonra Bögü Alp’a şu buyruğu verdi:
- Bögü Alp! Dört kişiyi kapılara dikip ardımızdan gel! Gizli kapı alçaktır. At üstünde geçilemez….
Kür Şad sözünü bitirirken Yumru soluk soluğa içeri girmiş ve:
- “Geliyorlar! İt sürüsü kadar çok…” diye bağırmıştı.
Kür Şad büyük ahırın gizli kapınsa doğru atını çekerek yürürken Bögü Alp’ın sesi gürledi:
- Çengşi!... Tuğrul!... Yamtar!... Yumru!... Kapıları tutun!...
Dört kişi dört kapının önüne birer kaya gibi dikildiler…
Ötekiler Kür Şad’ın ardından atlarıyla birlikte yürürken Bögü Alponlara son sözlerini söyledi:
- Dört atı çözüp sizin için bırakıyorum. İşiniz bitince bunlara binip bize katılırsınız!
Ahırın gizli bir kapısı olduğunu pek az kişi bilirdi. Ahırın en sonunda, samanların yığılı olduğu yerde duvara bir keçe asılıydı. Keçenin arkası boştu. Buradan elli adım kadar yürüdükten sonra bir arsaya çıkıyordu. Bu elli adımlık yol yer altından geçiyordu. Yüksek bir atın tek başına geçebileceği genişlikte idi. Kür Şad burayı biliyordu. Fakat ihtilâle kadar kimseyi söylememişti. Seyislerden bazılarının bile bilmediği bu gizli yol bugün onları kurtaracaktı. Şimdi arkasında Yağmur, Barmaklak, Karabudak, Çobayıkmış, Toluk Tüge, Yığaç ve Börü Alp olduğu halde gizli yer altı yoluna dalmıştı. Yola sen son giren Bögü Alp keçeyi koparmış atmış, samanları çekip kapının ağzından uzaklaştırmış ve dört atı birbiri ardınca kapının önüne dizerek önlerine biraz saman bırakmıştı. O bu işleri bitirmeden Çinliler kapıya dayandı. Dört koruyucu ilk hamleleri yaptılar. Bu, dört Çinlinin yere serilmesi demekti. Bögü Alp gizli yola girmek üzere iken gözü sadağa ilişti. İçinde üç tane ok vardı. Yayına bir ok yerleştirerek gezledi. Ok, Yamtar’ın omuz başından geçerek bir Çinlinin alnından girdi, onu kütük gibi yere yuvarladı. İkinci okunu Çengşi’nin koruduğu kapıya yolladı. Bu sefer bir Çinli gözünden vurulup yıldırım çarpmış gibi yere kapanmıştı. Üçüncü ok Tuğrul’un yardımına koştu. Bu oklar Çinlileri aldatmış, ihtilâlcileri hep birden içerde olduklarını sandırmıştı.
Bögü Alp işini bitirince telâşsızca atını tuttu; gizli yola daldı.
Ahırın dört kapısında dört ihtilâlci bir ölüm-dirim vuruşması yapıyorlardı. Kaçmak için atları hazır olmakla beraber buradan kurtulmalarına imkân yoktu. Ahırın içi o kadar genişti ki dördünün yan yana gelerek bir cephe tutmaları, sonra adım adım geriliyerek gizli kapıya doğru çekilmeleri kabil değildi. Kapılardan içeri girince kuşatılacakları muhakkaktı. Bunu hepsi biliyordu. Onun için arkadaşlarına zaman kazandırmak, canlarını pahalıya satmak, yağı öldürerek öç almak ve biraz da dövüşün tadını çıkararak dünyaya gelmenin gereğini yapmak için sevinçle, istekle, kıyasıya vuruşup duruyorlardı.
Yüzbaşı Yamtar herkesinkinden daha uzun ve iri olan kılıcını öyle bir savuruyordu ki, değdiği yerden hayır kalmıyordu. Savaş başlıyalı pek az olduğu halde dört tanesi devrilmiş, ötekilerine de korku salmıştı. Sarayın içindeki savaş, büyük taşla demir kapının dövülmesi, sonra koşuşmalar kendisini öyle acıktırmıştı ki, böyle bir ölüm-dirim anında bile açlığını duyuyor, iki çamçak kımız olsa şimdi ne güzel içilirdi diye düşünüyordu.
Yirmi yaşında, sert bakışlı bir savaşçı olan Çengşi çok düzgün, çok kıvrak, pürüzsüz vuruşuyordu. Saldırışlarında, korunuşlarında Yamtar’ın andası olan Onbaşı Pars’ı hatırlatan bir hesaplılık vardı. Çok soğukkanlı idi. Kapının önünde üç Çinliyi devirmiş, kendisinin de alnı, yanağı ve çenesi çizilmişti.
Tuğrul hoyrat vuruşuyordu. Yeryüzünde kimsesi kalmamış yoksul bir kişi idi. O sabah, bu kanlı düğüne hazırlanırken dirliğinin hatıralarını göz önünden bir daha geçirmiş, kendi kendisiyle hesaplaşmıştı. O gece 46 yaşını dolduruyordu. Anası, böyle bir gecede, yağmur yağıp fırtına uğuldarken doğduğunu kendisine söylemişti. Demek, tıpkı doğduğu geceye benzer bir gecede ölecekti. Tanrı böyle istemişti. Bütün ömründe doğru kişi olarak yaşadıktan sonra bir gece önce bir Çinlinin bahçesinden türlü aş ve yemiş uğrulamış, onları yiyerek karnını doyurmuştu. Çin kağanının özel çerisinde değildi. Onun için yoksulluk ve açlıkla çok pençeleşmişti. Böyle bir savaşa aç olarak, gücü kesilmiş bir halde girmek doğru olmazdı. Onun için bu uğruluğu yapmış, dirliğinin son yaprağına bunu eklediği için de epey üzülmüştü. Dünyanın soğuğunu, sıcağını çok görmüş, yüreği katılaşmıştı. Göğsünde ve omzunda iki kılıç yarası vardı. Öyle olduğu halde yüksünmeden sert vuruşlar yaparak savaşıyordu. Kapının önünde üç Çinliyi yere sermişti.
Yumru ise çok yorgundu. Sarayın içindeki dövüşten sonra kapıdaki çekişme, onun ardından hızlı bir koşu ile ahıra geliş, gelir gelmez de ahırın bir kapısının tutulmasını üzerine alış Yumru’yu bitkin hale getirmişti. İlk hamlede bir Çinliyi yere sermiş, şimdi ise yalnız kendisini korumağa başlamıştı. Şöyle birden yirmiye sayacak kadar bir zaman bulsa da dinlense çok iyi olacaktı. Ama kancık yağı ona bu fırsatı hiç verir miydi?
Yumru daha çok dayanamıyacağını anlıyordu. Bütün düşüncesi ırmağa doğru at süren arkadaşlarına yetecek zamanı kazandırmakta idi. Birdenbire dalağına bir kılıcın saplandığını duydu. Yaman bir can acısı içinde kılıç vuranı görmüştü. Kılıcını iki eliyle kavrıyarak havaya kaldırdı. Çinlilere “vurun” der gibi göğsünü gererek bir adım attı. Sonra olanca gücü, olağanca hızı ile indirerek “ Al! ” diye bağırdı. Kılıç tulgayı parçalamış, kafayı ikiye biçerek yağıyı yere sermişti. Fakat aynı zamanda bir kargı Yumru’nun yüreğini delmiş. Yumru bütün ağırlığı ile cansız olarak düşmüştü.
Yamtar, Çengşi ve Tuğrul ancak iyi çerilerde olan altıncı duyularıyla gerilerinin tehlikede olduğunu, Yumru’nun düştüğünü göremeden sezmişlerdi. Kılıç vuruşmaları arasında başlarını yana, geriye çevirecek birer an buldular. Yumru’nun düştüğünü, onun koruduğu kapıdan Çinlilerin girmekte olduğunu gördüler. O anda buyruk almış yahut sözleşmiş olduğunu gördüler. O anda kendilerine en yakın yemliğe sırtlarını verip yan yana durdular. Yamtar, yerde kalmış olan Yumru’ya bakarak:
- “Tuh be! Bir kargıya dayanamadı” dedi.
Sonra sırtını dayadığı yemliğin sağlamlığını denemek için eliyle yoklayıp içine bakınca gözleri parladı. Çünkü orada koca bir parça kızarmış et duruyordu. Herhalde seyislerden birinin olan bu eti Yamtar hemen yakalayıp ısırdı ve “Yiyecek buldukça yaşamak iyi şeydir” diye mırıldandı.
Çinliler içerde yalnız üç Türk görünce şaşırmışlardı. Gizli kapıyı onlarda bilmiyorlardı. Bir an bakıştılar. Sonra üç ihtilâlcinin üzerine atıldılar. Artık geniş bir yerde oldukları için hep birden üç kişiye saldırabiliyorlar, yanlarına geliyorlar, birine karşı dört beş kılıç sallıyabiliyorlardı. Yamtar hem kılıç vuruşturuyor, hem de iri et parçasını dişleriyle kopara kopara yiyordu.
Üç kişinin bu kalabalığa karşı çarpışması uzun sürmedi. Önce Tuğrul düştü, sonra Çegşi devrildi. Yamtar hâlâ dayanıyor, büyük bir iştah ile de etini yiyordu. Elinde iri bir lokma daha kalmıştı. Birden sol eline bir kılıç indi. Kan içinde kalan elinden et parçası düşerken sağ bileğine gelen ikinci bir vuruş koca Yüzbaşıyı kılıçsız bıraktı. O zaman Yamtar’ın sağ eli yemliğe yapıştı. Bir tutuşta kocaman bir tahta parçasını kopardı. Bunu kaldırıp karşısındakilere indirirken keskin bir savaş uranı haykırarak Çinlilerin üzerine atıldı. Kendisine karşı tutulan kılıçlar ona oyuncak çomak gibi sudan gelmişti. Kucak kucağa gelip beş altı kişi birden yere yuvarlandılar. Yamtar birinin boğazını yakalamış sıkarken arkadan kendisine indirilen kılıçlarla paramparça oluyordu. Boğazı sıkılan Çinli ölmüştü. Fakat bu Ötüken devi kolay kolay ölmüyordu. Kıpkızıl kanlar içinde ayağa kalkınca Çinliler şöyle bir gerilediler. Ondan korkmuşlardı. Yamtar, çevresi açılınca yeniden yemliğe kadar sendeliyerek gidip dayandı. Börkü düşmüş, uzun saçları, bıyıkları ve sakalı kandan kıpkızıl olmuştu. Giyimlerinin yirmi yerinden yirmi kızıl leke her an büyüyerek çoğalıyor, koca Yamtar’ın gövdesinden hayatı çekip alıyordu.
Yirmi kızıl leke, hayatın ona kazandırdığı yirmi şeref nişanı idi. Şimdi ne elinde bir kılıç ne üstünde bir pusat vardı. Güçlükle dayanarak tutunduğu yemliğe iyice yapışarak Çinlilere bakıyordu. Onlar da hem hayret, hem de korku ile beş altı adım uzaktan Yamtar’a bakıyorlar, nasıl olsa öleceğini anladıkları için bu korkunç deve yaklaşmağa kıyışamıyorlardı. Yamtar yerde, elinden düşen et parçasını aradı:
- Yazık! Eti bitiremeden öleceğim” dedi.
Sonra yemliğe daha çok yaslanarak:
- “Göktaş da öldü. Ocağımızdan kimse kalmadı” diye inledi.
Bu sırada dışardan gelen nal sesleri şakırtılar işitilmiş içeriye yeniden Çin çerileri dolmuştu. Kılıklarından daha savaşa hiç girmemiş oldukları anlaşılan bu çerilerin başında saray başbuğlarından biri vardı. Gizli kapıyı bilen bu adam, yanındakilere orasını göstererek Çince bir şeyler söyledikten sonra Yamtar’a baktı. Tanımıştı. Büyük bir öfke ile yayına ok sürerek Yamtar’a fırlattı. Ok, koca yüzbaşıyı karnı ile göğsünün birleştiği yerden deldi. Yamtar bir sarsıldı. Sonra yavaş yavaş dizleri üstüne çöktü. Sağ eli hâlâ yemliğin tahtasını tutuyordu. Saray başbuğu, Çin kağanına ihanet etmiş olan bu haini kendi eliyle öldürmek şerfini kazanmış olmak için yayına bir ok daha yerleştirdi. Bu sefer ki Yamtar’ın sağ ciğerini bulmuştu. Gözleri kapanıyor, yemliği tutan eli gevşiyordu. Gözleri yerde, demin elinden düşen et parçasına ilişti. Şunu yiyemediği için yağılar sevinecekti. Onları sevindirmek istemedi. Son bir kımıldanışla başını kaldırdı. Saray başbuğuna, hâlâ unutmamış olduğu Çince “Karnım tok” kelimelerini söyledi. Sonra asırlık bir ağaç gibi devrilerek serilip kaldı.
Kür Şad yanında sağ kalan on iki arkadaşı olduğu halde kuzeye doğru son hızla at sürüyordu. Saray ahırının en iyi atları almışlardı. Yağmur hâlâ yağıyor değil, boşanıyor, ortalığı sele boğuyordu. İhtilâl başarılamamıştı. Şimdi dağlarda, bayırlarda olan düzensiz Türkleri ayaklandırarak Ötüken’e gitmekten, devleti onlarla kurmağa çalışmaktan başka çare yoktu. Artık kimin kağan olacağı işi sonra düşünülecekti.
Çinliler durumu biraz geç kavramışlar, sonra dokuz on koldan çeri çıkararak Kür Şad’ın ardına salmışlardı. O yakınlarda geçilecek bir tek köprü olduğu için bütün kuvvetler oraya doğru at yarıştırıyorlardı. Gecenin karanlığı, yağmurun boşanması, rüzgârın sertliği, şimşeklerin gürültüsü arasında şimdi on üç atlı köprüye doğru at koşturuyorlardı.
Tarihin en heyecanlı yarışı yapılıyordu…
Bögü Alp, on üç kişinin en geride olanıydı. Iramağa doğru at sürerken yine aklına Kıraç Ata’nın sözleri gelmişti:
- Bir ulu şehirde toplanmış kırk er görüyorum… Aralarında sen de varsın… Yağmur yağıyor… Irmağın kıyısında dövüşüyorsunuz…
Gerçekten de ulu şehirde toplananlar arasında kendisi de vardı. İşte yağmur da yağıyordu. Demek ki ırmağın kıyısında bir dövüş daha olacaktı. Bögü Alp bunları düşünürken Vey ırmağını kıyısına varmışlardı. Albız alsın!... Sağanaktan ırmak yükselmiş, geçecekleri köprüyü alıp götürmüştü. Karanlıkta Kür Şad2ın buyruğu işitildi:
- Sağa sola açılıp bakın. Geçit var mı?...
Irmak o kadar coşkun, öyle sert akıyordu ki geçit bulmak kabil değildi. Burada çok durmağa da gelmezdi. Çinliler nerdeyse yetişeceklerdi. Kür Şad atını sürerek suya biraz daha yaklaştı. Suyun gürültüsünden at ürkmüştü. Geri geri gidiyordu. Sağa sola açılanlar bağırdılar:
- Geçit yok!
Bu sırada Gümüş atından atlayıp yere kulağını dayadı. Biraz dinledikten sonra kalkarak:
- “Kür Şad! Çok zamanımız yok. Yaklaşıyorlar” dedi. O zaman, yüzünde hafif bir kılıç yarası olan Kara Ozan söze karıştı:
- Ben size biraz daha zaman kazandırabilirim belki karşıya geçersiniz.
Bunu söyler söylemez atını geriye sürerek karanlıkta kayboldu. Kara Ozan’ın yanında hiçbir pusat kalmamıştı. Çinlileri nasıl durduracağını bilmiyorlardı.
Fakat mademki kendilerine biraz zaman kazandıracaktı, öyleyse karşıya geçmek için uğraşmaktan başka yapılacak iş yoktu.
On iki kişi, atlarından inmiş oldukları halde yavaş yavaş ırmağın kıyısında yürüyorlardı. Elinden tuttukları Çıgay Börü kılıcı ile kıyıyı kolaçan ederek geçilebilecek bir yer arıyordu. Geçit aramakla hiç ilgilenmiyen yalnız Bögü Alp’tı. O burada bir savaş olacağına budunun kurtulacağına inanmıştı. İnandığı içindir ki şimdi dinlenerek Çinlileri bütün gücüyle karşılamak istiyordu.
Kara Ozan Çinlilere doğru at sürdükten sonra durdu. Gelirken gördüğü bir tümseğe çıkıp bekledi. Çinliler nerden gelirlerse gelsinler, mutlaka bu yoldan geçeceklerdi. İşte uzaktan gelen nal sesleri yaklaşmağa başlamıştı. Kara Ozan gözlerini ileriye dikti; karanlığı yardı: Geliyorlardı. O zaman atındna indi. Yerden sivri bir taş aldı. At geminden tutup birkaç adım koşturduktan sonra sivri taşla vurup salıverdi. At hızla koşarken kendisi de tümseğin tepesine çıkıp bağdaş kurdu. Can yoldaşı kopuzunu sırtından çıkararak elini tellerin üzerinde gezdirdi. Tıngırdatmağa başladı.
Oraya doğru gelmekte olan ilk Çin kolunun subayı binicisiz bir atın koştuğunu görünce durmuştu. Atı tutturup saraydan alınmış olduğunu anlayınca İhtilâlcilerin bu yörelerde olduğunu kavradı. Köprüye doğru gidecekti. Fakat tam bu sırada kulağına bir ses çarptı. Bu bir çalgı sesi idi. Çin subayı biraz kulak verince bunun bir Türk çalgısı olduğunu anlamakta gecikmedi.
Kara Ozan bütün dikkati kendi üzerine çekmek için kopuz çalıyor, sonra yavaş yavaş kendisini ezgiye kaptırarak söylemeğe başlıyordu:
Kırış günü gelince
Gönül şöyle hoş olur.
Sözler kılıçla okundur,
Gayrı sözler boş olur.
Gönül nedir? Bir gonca…
Hayat dikendir onca.
Yaşamağa doyunca
Can, görünmez kuş olur.
Bozkurt bizim ünümüz;
Şan doludur dünümüz.
Erince son günümüz
Bütün dirlik düş olur.
Kırk kişiydi çerimiz,
Düşüp kaldı yarımız.
Baş koyacak yerimiz
Yağız yerde taş olur.
Kara Ozan, söz uzun…
Feryadı çok kopuzun.
Bir bir andıkça gözün
Kanlı kanlı yaş olur…
Kara Ozan, daldığı iç dünyasından bir şakırtıyı ve bir bağrışla ayıldı. Karşısında bir yığın Çin atlısı duruyor, başkanları olduğu anlaşılan birisi kendisine Çince bir şeyler söylüyordu. Çinliler onun kendinden geçmiş bir halde kopuz çalıp sesle de söylemesine şaşmışlar, yağmur altında bu işi yapanı bir çılgın sanmışlardı. Üzerinde pusat olmadığı için ona saldırmamışlar, fakat yüzündeki kılıç yarasından kuşkulanmışlardı. Çin subayı ona kim olduğunu, burada ne aradığını soruyor, fakat Kara Ozan, bu kadar Çinceyi anladığı halde cevap vermiyordu.
Çinli, cevap alamayınca yere atladı. Bu garip adamın yanına sokularak tanımak istedi. Bu kılık, bu yaralar onun savaştan çıkmış olduğunu açıkça gösteriyordu. Fakat neden burada çalgı çalıyordu? Arkadaşlarından niçin ayrılmıştı? Çinli subay belki bunu anlamağa çalışacaktı. Fakat o sırada dört nala gelen ikinci bir Çinli kolu onu bu düşüncesinden caydırdı. Kara Ozan’a yaklaşarak kopuzunu almak istedi. Yağan yağmur altında uzun zaman kaldığı için telleri gevşemiş, iyi ses vermez olmuştu. Fakat o, Kara Ozan’ın elinde ata ocağından kalan biricik mirastı. Canlı, cansız her şeyini yitirmiş, yalnız can yoldaşı kopuzla kalmıştı. Çinlinin elini iterek Türkçe:
- “Kopuzuma karşılık Çin kağanının sarayını bağışlasan yine vermem” dedi.
Çinli bu garip adamın aksilendiğini görünce çok düşünmedi. Onun ihtilâlcilerden olduğunu anlamıştı. Kılıcına el attı. Fakat çekemedi. Çünkü Kara Ozan, ödevini başarıyla yapmış, yer yüzünde isteği kalmamış kimselerin rahatlığı içinde kaldırdığı kopuzunu hızla onun başına indirerek yere sermişti. Bir anda bağrışmalar, at salmalar oldu. Kara Ozan başına bir kılıç yiyerek yuvarlandı. Sonra atların ayakları altında çiğnenerek gözlerini ebediyen kapadı. Bu ölüm, onun şimdiye kadar söylediği en güzel deyişlerden daha güzeldi.
Vey ırmağının kıyısında geçit arıyanlar hâlâ bir yer bulamamışlardı. Irmağın en dar yerinde durmuşlardı. Burada iki kıyının arası elli adım kadardı. Fakat su çok akıntılı idi. Kür Şad’ın buyruğu ile atların bütün dizgin ve üzengi kayışları kesilerek birbirine sıkı sıkıya bağlandı. Giyimlerden de bazı parçalar kesilerek kayışlara eklendi. Kür Şad, kayışın bir ucunu öbür kıyıya ileterek arkadaşlarını atlarıyla karşıya geçirmek istiyordu. Fakat bunun için birisinin karşıya geçerek kayışı öteye götürmesi gerekiyordu. Kür Şad arkadaşlarına döndü:
- Kendine güvenen yüzücü kim var?
Barmaklak’la Çobayıkmış çıktılar. Barmaklak, beğdi. Önce onun geçmesi lâzımdı. Kür Şad yapılacak işi ona anlattı. Kıyıdan yirmi otuz adım geriledikten sonra koşturarak suya daldı. İlk önce fıkırdayan suda atı ile birlikte kayboldu. Sonra atın ve Barmaklağın başları göründü. Barmaklak atın yelesine yapışmış, onu yüzdürmeğe çalışıyordu. Fakat gayretleri boşuna idi.suyun akıntısına kapılarak atıyla birlikte sürükleniyordu.
Kayışın bir ucunu kıyıda üç kişi tutuyordu. Birden Barmaklağın atından ayrıldığını, atın korkunç kişnemelerle suyun içinde kaybolduğu görüldü. Barmaklak kudurmuş su ile yaptığı güreşte yenilmişti. Şimdi kıyıdakiler onu hızla çekiyordu. Albız alsın!... Bu gece bütün uğursuzluklar üzerlerinde idi. Kıyıya sekiz on adım kala birdenbire kayışın koptuğu ve Barmaklağın sürüklenmeğe başladığı görüldü. O zaman Çobayıkmış kendisini suya fırlattı. Birkaç kulaç attıktan sonra yanına vardı. Onu tuttu. İlk önce suyun akıntısına karşı gelerek biraz kıyıya yanaştılar. Sonra iki kuvvet denkleşti. Boşuna kulaçlarla oldukları yerde durdular. Daha sonra su ikisini de götürmeğe başladı. İki yiğit suların içinde, onun hızına uyarak sürüklendiler. En sonra ikisi de suların arasında bir daha görünmemek üzere kayboldular. Fakat birbirlerinden asla ayrılmadan, yan yana, omuz omuza, el ele oldukları halde…
Artık yağıyı beklemekten başka yapılacak iş kalmıyordu. Zaten nal sesleri yaklaşıyordu. Kür Şad’ın sert sesi “Atlan!” buyruğunu verdi. Dizginsiz atlara sıçradılar. Bir Gök Türk için atın dizginli olup olmamasının değeri yoktu. Yazık ki sadaklarında ok kalmamıştı. Yoksa daha nicelerini canlarından ayırır, belki de sular biraz durgunlaşıncaya kadar savaşabilirlerdi. Yağmur çok yavaşlamıştı. Şimdi karşıdan gelen kalabalık yaklaşıyordu. Kür Şad kılıcını çekerek son buyruğunu verdi:
- Sonuna kadar!...
Bu son buyrukta bir veda âhengi vardı. On kişi kalmışlardı. Hepsi gönüllerinden gelen bir sesle içlerinden “Sonuna kadar” diye tekrarladılar.
Kür Şad hiç söz etmeden gelenlere doğru at saldı. Dokuz arkadaşı da öyle yaptılar. Karanlıkta, at üzerinde sert bir vuruşma başladı. Bu artık son çarpışma idi.
Bögü Alp ileriye atılırken bir an için yine Kıraç Ata’nın sözlerini hatırladı:
- Yağmur yağıyor… Irmağın kıyısında dövüşüyorsunuz… Budun kurtuluyor… Adınız unutulmayacak… 1300 yıllık ölümden sonra dirileceksiniz… Acunun batımına dek adınız gönüllerde kalacak…
Kıraç Ata’nın bütün dedikleri doğru çıktığı için Bögü Alp budunun kurtulacağına, bin üç yıllık ölümden sonra dirileceklerine, acunun batımına kadar adlarının gönüllerde kalacağına inanıyordu. Bu inançla dövüştüğü için hepsinden daha yaman vuruşuyordu.
Kür Şad’ın böyle bir inancı yoktu. O, umutsuzluğun verdiği acı ile vuruşuyor, kırıyor, deviriyordu.
Yüzbaşı Yağmur güleç yüzünü hiç değiştirmiyen yarasıyla kılıç savuruyor, at şahlandırıyordu.
İki genç onbaşı, Karabudak’la Çıgay Börü yan yana kılıç indiriyorlardı.
Gümüş, babası Çalığın bir hikâyesini hatırlıyordu: Gümüş’ün dedesinin adı da Gümüş’tü. İşte o Gümüş böyle bir çılgın suyun kıyısında dövüşürken suya düşmüş, fakat Tanrı kendisini kurtarmış.
Toluk Tüge sert naralar atıyor, kılıcı kırılmış olan Tunga kılıç kını ile çarpışıyordu.
Küçlük’le Yığaç anda idiler. Kendilerini değil, birbirlerini koruyorlardı.
Yağmur dinmişti. Rüzgâr da tarihin kırk bir kahramanına oynayacağı oyunu oynadıktan sonra susmuştu. Bulutların yarısı dağılmış, gece aydınlanmıştı.
Şimdi aydınlıkta bir çok atlı birbirine giriyor, saldırıyor, vuruyor, bağırıyor, haykırıyordu. Artık talihin çizdiği sonuç belli olmuştu. İlk düşen Karabudak oldu. Bir Çinli ile sarmaş dolaş olduğu halde attan yere yıkıldı. Arkasından Yığaç devrildi. Biraz sonra da bir Çinlinin karnını deşen Gümüş’ün ensesine bir kılıç indi. Elindeki kılıç kınını bir Çinlinin kafasında kıran Tunga kargı ile sançıldı.
Bu arada sürülerek ırmağın kıyısına kadar gelmişlerdi. Altı kişi, damarlarında kalan son güçle son müdafaalarını yapıyorlardı. Bu, artık sona ermiş hayatlarını birkaç kısa an daha uzatmak içindi. Bu kahramanlığı yaparken bin üç yüz yıl sonra bir yazıcının, kendi hâtıralarını yaşatmak için bu satırları yazacağını düşünmüyorlar, şanlı maceralarını Türk oğullarının nasıl bir ihtirasla okuyacaklarını bilmiyorlardı.
Vuruşuyorlardı. Kan içinde, kin içinde vuruşuyorlardı. Bulutlar durmuş, ayla yıldızlar dikkat kesilmiş, bu savaşı seyrediyorlardı. Üzerlerinde ruhlar dolaşıyor, Tanrı’nın yarlıgamaları başlarına serpiliyordu.
Birdenbire Yüzbaşı Yağmur başına kılıç yedi. Sonra omzuna bir kargı sançıldı. Atının yelesine kapanmıştı. Bir an acıyla inler gibi derin bir ah çekti. Sonra bütün hızıyla atını şahlandırarak kendisine kargı sançan Çinlinin atına atladı. Boğazından ve belinden kavrıyarak al aşağı etti. İkisi birden attan kayarak toprağa düştüler, Yağmur, Çinlinin boğazını sıkıyor, bıçağını çekmiş olan beriki boyuna onun sırtına, omzuna daldırıp çıkarıyordu. Yavaş yavaş nabızları ağırlaşıyordu. Bıçak son defa Yağmur’un sırtına saplandıktan sonra bir daha çıkmamış, orada kalmıştı. Parmakları hâlâ Çinlinin boğazında idi. Dolgun yanakları kan içindeydi. Güleç yüzü gerilmiş, donuk bakıyordu. Gözlerinin içinden genç bir kadınla iki bebeğin hayali ışıldıyarak geçiyordu. Yağmur Beğ ölmüştü.
Bögü Alp da ölümcül bir yara almış, atından düşüyordu. Son bir iş yapmak için elini bıçağına attı. En yakın Çinliye fırlatarak gırtlağına sapladı. Sonra kendisini çamurlu toprağa bırakırken “bin üç yüz yıl sonra…” diye mırıldandı.
Şimdi Kür Şad tek başına kalmıştı. Toluk Tüge kılıçla öldürülmüş, Çıgay Börü at üstünde belinden kavradığı bir Çinli ile birlikte ırmağa düşmüş, Küçlük de andası Yığaç’ın ölümünden sonra onu vuran Çinliyi tepelerken can vermişti.
Kür Şad, ölmüş Çinli yığınları üzerinde tek başına Çin kağanlığına karşı vuruşuyordu. Yalın kılıçtı. Börkü düşmüş, kaftanı parça parça olmuştu. Göğsü açıktı. Göğsünden, alnından, yanaklarından, boynundan kan sızıyor, fakat o yine vuruşuyor, dövüşüyor, çarpışıyordu.
O şimdi yarı tanrı gibi bir şeydi. Ölümü de başka türlü olmalıydı. Kırk kahraman birer birer düştükten sonra o hâlâ ayakta idi. Uzun saçları omuzlarında uçuyor, gözleri kıvılcımlar saçıyor, kolu yıldırım hızıyla kalkıp iniyor, her inişte bir Çinliyi deviriyordu.
En sonra ölüm kızı onun eline bir sağrak sundu. Kür Şad bu acı sağrağı gözünü kırpmadan içti. Atının yelesine kapandı. Başını dayadı. Sağ elinde kılıç hâlâ sımsıkı duruyor, sol eli sarkıyordu.
Kür Şad ölmüş, fakat attan düşmemişti.
Ölmüş, fakat yenilmemişti…