S.33

Ötüken’de işler yine ters gitmeğe başlamıştı. Açlık yüz göstermişti. Bu kış en çok sıkıntı çekenlerden biri Onbaşı Sülemiş’ti. İki küçük kardeşi, anası, karısı, üç küçük çocuğuyla genç onbaşı hayli dertte idi. Bir türlü işleri yoluna girmiyor, açlıktan kurtulamıyordu. Çin yağmalarında eline geçen ne kadar değerli eşya varsa birer birer satıyor, karşılığında et, kımız, kurut bulup evini açlıktan öldürmemeğe çalışıyor, ara sıra da ava çıkıyordu. Evdeki son kırıntının bitmiş olduğu bir günde Onbaşı Sülemiş çadırından fırlıyarak yiyecek bulmak üzere ormana yöneldi. Talihsiz bir gündü. Akşama kadar ancak bir tavşan avlıyabilmişti. Bunu evine götürmek üzere dalgın dalgın dönerken birdenbire karşısına birisi çıktı. Boynunda asılı olan torbasında yiyecek dolu olduğu anlaşılıyordu:

- “Sen Onbaşı Sülemişsin, değil mi?” diye sordu.
- Evet!
- Evinde yiyeceğin yok, değil mi?
- Yok ya.
- Torbam yiyecek dolu. Sana söyliyeceklerimi yaparsan bu yiyecekleri sana veririm.

Onbaşı Sülemiş bıçağını okşıyarak gülümsedi:

- De bakalım. Bunlar nice iştir.
- Kolay işlerdir. Bu yiyeceklerden başka akça da alacaksın.

Onbaşı Sülemiş’le karşısındaki adam bakıştılar. İyi giyimli, iyi pusatlı bir bahadırdı.

- Akça senin olsun Ötüken’de mal yok ki akça geçsin. Şu torbada neler var?
- Kurutla kızarmış et dolu. Küçük bir çamçak da kımız var.
- İyi. Anlat bakalım, neymiş bu yapacağım iş.

İyi giyimli bahadır, Onbaşı Sülemiş’e biraz yaklaşarak sesini kıstı:

- Sen Işbara Han tümenindensin değil mi?
- Evet.
- Senden istediğim şu: Işbara Han tümeninde kaç çeri, kaç onbaşı, kaç yüzbaşı olduğunu öğrenip bana diyeceksin.

Sülemiş’in gözleri açıldı:

- Bu kadar er sayılır mı be?
- Sen teker teker sayacak değilsin.
- Ya nasıl sayacağım?
- Onbaşılardan, yüzbaşılardan kendi buyruğundaki erlerin sayısını öğrenceksin.

Sülemiş elini alnına attı. Bir şeyler düşündü. Sonra karşısındaki adama sordu:

- Sen kimsin? Neden kendin saymıyorsun da bana saydırmak istiyorsun?

Beriki güldü:

- Kim olduğumu sorma. Bu bilgiyi niçin istediğimi öğrenmeğe de kalkma. Yalnız bana söyle: Dediğimi kabul ediyor musun, etmiyor musun?

Sülemiş düşünmeğe başladı. Karşısındaki adamın niçin bunları öğrenmek istediğini, niçin kendisine bol keseden yiyecek ve akça vermeğe kalktığını anlıyamıyordu.

Onun bu kararsızlığını gören karşısındaki adam yeniden söze girişti:

- Onbaşı Sülemiş! Yüzbaşı olmak ister misin?
- İsterim.
- Öyleyse dediğimi yap.

Sülemiş şaşırdı:

- Bana bak! Işbara Han yahut Kür Şad gibi konuşuyorsun. Beni yüzbaşı yapmak senin elinde mi? Hem sen benim adımı nereden biliyorsun? Ben seni tanımıyorum…
- Ben seni tanıyorum. Kür Şad yahut Işbara Han değilim ama seni yüzbaşı yaptırabilirim…
- Nasıl yaptırabilirsin?
- Tulu Han’ın buyruğuna girersen hemen yüzbaşı olursun. Ama dediğim gibi Işbara Han tümeninin sayısını bana bildireceksin.

Sülemiş, durumu kavramıştı. Birden yüzü değişti:

- Sen Tulu Han’ın buyruğundasın değil mi?
- Evet!

Bir ara ikisi de sustular. Yabancı adam gülümsüyordu:

- Onbaşı Sülemiş dedi, Tulu Han yakında Türk kağanı olacak. Barış yapmak için Çin’e gittiği zaman Çin kağanı onu kendi tahtına oturtarak yan yana konuştu. Onu Kara Kağan’la denk tuttuğunu söyledi. Onbaşı Sülemiş! Gözlerini dört aç! Kara Kağan Türk budununu uçuruma götürüyor. Hem kağanlık Çuluk Kağan’dan sonra Tulu Han’ın hakkı idi. Kara Kağan katunun elinde oyuncaktır. Bizi ancak Tulu Han kurtarabilir.
- Dediklerini kabul ediyorum. Üç gün sonra sana istediğin bilgiyi getireceğim.
- İyi. Ondan sonra birlikte Tulu Han’ın ordusuna gideceğiz. Üç gün sonra seni yine burada, bu vakit bekliyeceğim. Atlar hazır olacak. Çoluk çocuğunu da birlikte getir…
- Olur.

Bilinmiyen adam yiyecek dolu torbasını Sülemiş’e uzattı. Bir kese de akça verdi. Ayrıldılar.



Üç gün sonra Onbaşı Sülemiş ormanın kıyısında buluşacakları yere gidiyordu. Onda kavşıta giden değil, yağıyı gözliyen adamın durumu vardı. Bakışlarıyla ileriyi ve yanları kolluyordu. Ormana yaklaşırken çok uzaktan birkaç atlı gözüne ilişti. Sülemiş, savaş uranı bağırmak üzere idi ki bir ok vızlıyarak kulağının dibinden geçti. O zaman genç onbaşı atı üstünde dikilerek geriye baktı ve savaş uranıyla haykırdı. Aynı anda aynı bağırışların işitilmesinden sonra öteden beriden atlılar dört nala saldırdılar. İkinci ve üçüncü oklar da onbaşının yanına düştü. O da sadağa el atmış, karşıya ok çekmeğe başlamıştı. Çok uzaktan oklaşıyorlardı. Geriden gelenler yaklaştıktan sonra Sülemiş onlarla birlikte ormana doğru saldırdı. Ormandakiler kalabalık saldırışı görünce artlarına ok çekerek kaçmağa başlamışlardı. Orman onları koruyordu. Akşamın basmağa başlıyan karanlığı da kaçanların işlerine yarıyordu. Tek tük oklar atılıyor, fakat uzaklık ve karanlık bunların hedefe varmasına engel oluyordu.

Nihayet kaçanlar kurtuldu. Kovalıyanlar yalnız bir at yakalıyabilmişlerdi. Işbara Han bu atın iyi koşumlu ve bakımlı durumuna bakarak:

- “Bu at Çin kağanının ahırından çıkmışa benziyor” dedi. Bögü Alp cevap verdi:
- “Tulu Han’ın da Çin kağanından farkı yok. Çerileri Çin beğleri gibi doyumlu ve giyimlidir”

Yamtar, atın üzerine bir göz attı. Atın üzerinde bir torba, torbanın içinde de yiyecek var mı diye bakıyordu.

Karanlıkta dönerlerken Bögü Alp , Kıraç Ata’nın kendisine söylediği hatırlıyordu. Dokuz yıla kalmaz, olan olur; Dokuz yıl daha geçer, katı kılıç kullanmak günü gelir. Kıtlık olunca ay parçalanacak. Bir ulu şehirde toplanmış kırk er görüyorum. Aralarında sen de varsın. Yağmur yağıyor. Irmağın kıyısında dövüşüyorsunuz. Budun kurtuluyor. Adınız unutulmıyacak. 1300 yıllık ölümden sonra dirileceksiniz. Acunun batımına dek adınız gönüllerde kalacak…