S.48

Yamtar, öğretmeni olan Şen-ma’nın tavsiyeleriyle fırsat buldukça Siganfu’yu gezmeye başlamıştı. Bu büyük şehrin sokaklarında gezip tozuyor; evlere yapılara, adamlara bakıyor, insanlar hakkında düşünce sahibi olmağa çalışıyordu. Fakat hâlâ Çinceyi öğrenememişti. Şen-ma uzun tartışmalardan sonra Çinceyi öğrenmenin gerekli olduğuna Yamtar’ı kandırmış, ona ders vermeğe başlamıştı. Fakat birkaç ay geçtiği halde kelime olarak ancak “ben”, “sen”, “o”; cümle olarak da “Karnım tok” ve “Yaşamak düş görmektir” demesini belliyebilmişti. Yamtar bütün saflığına rağmen ussuz kişi değildi. Çince öğrenememesinin sebebi Çinlilere karşı duyduğu tiksinti, bir de bu dilin güçlüğü idi.

Şen-ma ilkönce “ben” demesini öğretmişti. Bu sözün Çincesi “ vu’o ” idi. Öküz böğürmesine benziyen bu sözü tekrarlamak Yamtar’a pek güç gelmiş, günlerce “bo”, “bu”, “bô”, “ bû” diye hecelemişti. (Gök Türkçede “v” harfi olmadığı için Yamtar güçlük çekiyordu); hiçbirisinin doğru olmadığını Şen-ma’dan işittikçe öfkelenmiş, yapamadıkça inadı tutmuş, sonunda tıpkı Çinli gibi “ vu’o “ diyebilmişti. “Sen” kelimesinin Çincesi olan “ nî “ de epey tartışmaya yol açmıştı. Çünkü Yamtar “nî” demiyor, “ini” diyordu. (Gök Türkçede kelime başına “n” herfi pek nadir olarak geldiğinden Yamtar zorlanıyordu) Öğretmeni baştaki “i” nin lüzumsuzluğunu anlattıkça Yamtar şaşıyor, hele sözün sonunun “nî” diye uzatmaktaki sebebi bir türlü kavrıyamıyordu. (Çünkü Türk dilinin bir hususiyeti de sesli harflerin daima kısa oluşudur) Fakat ne de olsa bu söz “vu’o” demek kadar güç değildi. Çince “o” demek olan “ta” ise Yamtar’ın pek hoşuna gitmişti. Söylenmesi kolaydı. Bu beğenişini Şen-ma’ya:

- “Bak, işte bu, insan diline benziyor” demekle bildirmişti.

Böyle teker teker Çince sözleri öğrenmenin uzun süreceğini anlıyan Yamtar cümle öğrenmeğe kalkmış ve ilk önce Çince “Karnım tok” demesini ezberlemişti. Bunu bellemekten maksadı, öğrenmeğe başladığı felsefenin anaçizgileri üzerindeki bilgisini göstermekti. Nitekim “Yaşamak düş görmektir” cümlesini de aynı düşünce ile Şen-ma’ya sormuş, çalışmış, bin güçlükle öğrenebilmişti. İş böyle pürüzsüz gitseydi koca Yamtar, ağır aksak da olsa, yarım yamalak da olsa Çinceyi öğrenecek, konuşabilecek hale gelecekti. Fakat derslerin birinde öğretmenine Çince “büyük” nasıl denir diye sorup da “ta” cevabını alınca beyni allak bullak olmuş, büyük bir yorgunluk duymuştu. “Ta” hem “o” anlamına geliyor, hem de “büyük” demek oluyordu. Her ne kadar Şen-ma ikisinin söyleneşi arasında bir ayrıntı olduğunu söylemiş ve her ikisini bir çok defa tekrarlıyarak soluk tüketmiş idiyse de Yamtar ikisinin aynı olduğunu savunmada direnmiş, sonunda eline Çinlinin yazı fırçasını alarak Gök Türk yazısıyla iki “ta” yazarak:

- “Baksana! Bunların ikisi de birbirinin benzeri değil mi?” diye sormuştu. O zaman Şen-ma gülümsemiş ve:
- “Türk yazısıyla yazınca ikisi de birdir ama Çin yazısıyla yazınca ayrı oldukları anlaşılır” diye vermiş ve iki karışık, acayip şekil çizerek birinin “o” demek olan “ta” birinin de “büyük” demek olan “ta” olduğunu Yamtar’a açıklamıştı. Yamtar, Çin yazısını görünce büsbütün sıkılmış, içine baygınlık gelmişti. Çünkü Şen-ma ona, Çince öğrendikten sonra eski Çin yazısını da öğreteceğini söylemişti. Bu konuşma Yamtar için bir dönüm noktası olmuş, Çince ben, sen, o, karnım tok, yaşamak düş görmektir demekten başka ne öğrendiyse hepsini unutmuş; yeni bir şey öğrenmesine de imkân kalmamıştı.

Şen-ma buna üzülmüş, fakat bıkkınlık getirmemişti. Çinlilerle biraz daha çok düşüp kalkarak Çinceyi öğrenmesi için ona Siganfu sokaklarında dolaşmayı öğütlemişti.

Yazın ilk günlerinden bir gündü. Birden Yamtar’ın içi sızladı. Ah Ötüken ah!... Şimdi Türkeli’nde olsaydı yeşil yamaçlarda, sonsuz bozkırda nasıl at koşturur, dağlarda nasıl geyik avlardı. Bu Siganfu şehrinde ise tıpkı Çinliler gibi boğucu uyuşuk gezmekten başka yaptığı bir şey yoktu. O kalabalık aile ocağından kala kala bir kendi bir de oğlu Göktaş kalmıştı. Kızı, bu kapalı şehirde solmuş, ağzından kan boşanarak ölmüştü. Kendi yurdunda olsa neyse idi ama, yabancı yerde tutsak yaşamak başa düşünce kişi, eşini de, çoluk çocuğunu da yanında görmek istiyordu.

Yamtar artık iyice düşüncelere dalmıştı. Görmeden bakıyor, bilmeden yürüyordu. Bir aralık geniş bir alana geldiğini işittiği çalgı seslerinden anladı. Boyalı tahtalarla çevrilmiş bir bahçenin kapısında Çinli çalgıcılar çalgı çalıyor, acayip kılıklı bir Çinli bağırarak bir şeyler söylüyordu.

Yamtar yavaş yavaş yaklaştığı. Bağıranın çevresinde epey kişi toplanmıştı. Bazıları kapıdan içeri giriyordu. Galiba Çinlilerin bayramı var diye düşüncü. Yamtar, gittikçe artan kalabalık arasında, biraz sonra, farkına varmadan o bağırıp çağıran acayip kılıklı Çinli ile yüz yüze geldiğini gördü. Herif, Yamtar’a bir şeyler söylüyor, eliyle içerisini gösteriyor, fakat Yamtar bu Çinceden hiçbir şey anlamıyordu. Yalnız, çetrefil Çince sözler arasında kulağına bir “nî” çalınır gibi oldu. Anladığı bir söz geçtiği için sevindi. Onunla Çince konuşmağa karar vererek “ Vu’o Yamtar” dedi. “Ben Yamtar” demekle kendisini tanıtmış oluyordu. Geveze Çinli biraz susar gibi oldu. Yamtar bundan faydalanarak ve eliyle kendisini göstererek tekrarladı:

- Vu’o Yamtar!

Çinli galiba anlamıştı. Karşısındakini herhalde Çince bilen birisi sanmıştı. Eliyle Yamtar’ı göstererek söyledi:

- Nî Yang-ta!

Bir anda Yamtar’ın tepesi attı. Albız alsın! O uğursuz “ta” yine karşısına çıkmıştı. Alık Çinlinin dili Yamtar demeğe dönmüyor, Yang-ta diyordu. Bağırarak türkçe cevap verdi:

- Dilini yılan soksun! Yang-ta değil, Yamtar....

Çinli, yine Çince söylemeğe başlamıştı. O kadar çok, o kadar çabuk konuşuyordu ki Yamtar başında bir ağırlık duyuyordu. Anlamadığı için cevap vermedikçe Çinli daha çok konuşuyor, eliyle bol bol işaretler yapıyordu. Bu savruk el hareketleri arasında bir aralık herifin eli Yamtar’ın karnına değdi. Arkasından da bir sürü söz söyledi. Yamtar, bu Çinlinin karnına dokunmakla karnının aç olup olmadığını soruyor sanmıştı. İşte Çince konuşmak için iyi bir fırsat çıkmıştı. Yamtar hemen Çinceyi yapıştırdı:

- Karnım tok!

Bu cevap, konuşkan Çinliyi hemen susturmuştu. Hayretle Yamtar’ın yüzüne bakıyordu. Çevrelerinde olanlar da hayretle gözlerini dikmişlerdi. Yakınındakiler, sözlerine; uzaktaki uzun boyu ile iri gövdesine bakıp şaşıyorlardı. Acayip kılıklı Çinli yeniden söze başlıyarak el işaretiyle gözlerini gösterince Yamtar arkadaşça onun omuzuna vurdu. Herif, Yamtar’ın en yavaş dokunuşu olan bu vuruşla kırılma derecesine gelen omuzunun acısıyla kıvranırken o, Çince : “Yaşamak düş görmektir” dedi. Ortalıkta derin bir sessizlik oldu. Yamtar bu sessizliğin neden doğduğunu anlamak için sağına, soluna bakınırken koluna bir el yapıştı ve bir ses Türkçe:

- “Yamtar! Sen misin? Sana ne olmuş böyle?” diye bağırdı. Yamtar başını çevirdi. İlkönce gözüne bir börk çarptı. Sonra eski yoldaşı Yüzbaşı Üçoğul’u tanıdı. Üçoğul söylüyordu:
- Deminden beri sana sesleneceğim ama o kadar değişmişsin ki tanımakta güçlük çektim. Neden böyle arıkladın? Sayrı mısın?
- Sayrı değilim. Buradaki çalgının, gürültünün ne için olduğunu anlıyayım diye yanaştım. Boşboğaz Çinli tebelleş oldu.
- Buranın ne olduğunu biliyor musun?
- Hayır.
- Burası iyi bir kazanç yeri. Herkes hünerini gösterip akça alıyor. İstersen sen de hemen gir.

Yamtar hemen boynunu büktü:

- Benim ne hünerim var?

Üçoğul anlattı:

- Çinli hüneri gösterecek değilsin. Cambazlığı Çinliler yapıyor. Türkler de güreşe çıkıyor.
- Hüner buysa kolay. Ok atmak, kılıç oynamak da var mı?
- Şimdilik yok ama ilerde belki o da olur.

Üçoğul, Çinli ile Çince birşeyler konuştuktan sonra Yamtar’la içeri girdi. Büyücek bir bahçenin çevresine Çinliler oturmuşlar, orta yeri açık bırakmışlardı. Burada iki direğin arasına gerilmiş bir ip Yamtar’ın dikkatini çekmiş, bunun ne olduğunu sorarak ipin üzerinde Çinlilerin hüner gösterdiklerini öğrenmişti. Gerilerde ince ağaçlarla ayrılmış bir yere gelince Yamtar karşısında Yumru’yu buldu. Üçoğul:

- “Yamtar! Bu gün ikiniz güreşirsiniz. Buranın sahibi hüner gösterenlere akça veriyor” dedi.

Yumru’yu da buraya Üçoğul getirmişti. Çince bildiği için siganfu’da her yere girip çıkmı, burasını öğrenmiş, hattâ burada bir iki defa Çinli güreşçilerle güreşmiş, sonra Yumru’yu da bulup getirerek ona da bir kazanç sağlamıştı. Yumru bütün Çin güreşçilerini yendikten sonra nihayet Üçoğul’la güreşmiş, onu da yenerek seyirciler arasında ün salmıştı. Çinliler ona Türk buğası diyorlardı. Artık karşısına çıkacak kimse kalmadığı için şimdi iki Çin güreşçisiyle birden güreşiyor, bu güreşler Siganfu halkının pek hoşuna gidiyordu. Fakat yumru Çin güreşçilerini ikişer ikişer de yeniyordu. Yalnız bir defa biri Kıtay, biri Tibetli olan iki güreşçiyle yaptığı bir güreşte yenilmiş, fakat sonra bunları teker teker pek kolaylıkla alt etmişti. Bugün ise Yamtar’la tutuşacaktı. Yamtar gibi ünlü bir güreşçiyle yapacağı karşılaşma herhalde pek sert olacaktı.

Cambazlıklar, hokkabazlıklar yapıldıktan sonra sıra güreşe geldi. Eğlence bahçesinin sahibi Yamtar’ı seyircilere tanıttıktan sonra iki ünlü güreşçinin şimdiye kadar görülenlerden daha meraklı bir güreş yapacağını bildirdi.

Yamtar’la Yumru ortaya çıktılar. Fakat her gün hakemlik yapan Çinli, Yamtar’dan ürkmüş, bir türlü alana gelmiyordu. Bu iki dev gibi Türk’ün arasında ezilemem diyor, direniyordu. Halk mırıldanmağa başlamıştı. Eğlence bahçesinin sahibi, şimdiye kadar, kendisine epey kazanç sağlamış olan Üçoğul’a yalvardı, hakenliği ona kabul ettirdi. Üçoğul üç defa el çırpttı; Yamtar’la yumru el ense ettiler...

Yamtar daha uzun boylu, daha iri, daha yaşlı, daha usta idi. Fakat iki üç yıldır hiç güreşmemişti. Yumru ise son aylarda burada kırktan fazla güreş yapmış olduğu için idmanlı idi. İlk denemelerden sonra sert girişler başlayınca bahçedeki bütün sesler dindi, herkes göz kesildi. Çinliler için bukorkunç bir şeydi. Bu iki dev birbirlerine attıkları çelmeleri ağaca taksalar ağaç devrilirdi. Hele belden kavrayıp yere çalmaları pek yamandı. Başka biri olsa kemikleri kırılır, belki ölürdü. Ne akla gelmez oyunlar yapıyorlardı. Birkaç Çinli bu korkunç manzaraya daha fazla bakamadıkları için seyiri yarıda bırakıp sıvıştılar.

Güreş çok uzun sürdü. Yorulduğu için soluyarak kurt kapanına düşen Yamtar’ın sırtı yere geldiği zaman seyircilerden çoğu kaçmış, ancak birkaç yürekli kişi kalmıştı. Bu sonucu ne Üçoğul, ne de Yumru umuyordu. Üçoğul eski yoldaşının arıklamaktan doğan güçsüzlük yüzünden yenildiğini anlamıştı. Fakat yine çok üzülmüştü. Ona:

- “Yazık be Yamtar! Yenildin!” dedi

Yamtar gülümsedi:

- “Hayır! Ortada yenen, yenilen yok.

Üçoğul şaşırarak sordu:

- Ya sırtının bu toprağa değmesi nedir?

Yamtar, filozof durumuyla cevap verdi:

- Kuruntu!...