S.50

Böylelikle iki yıl daha geçti.

Bögü Alp, sekiz yaşındaki kızıyla biri altı, biri de beş yaşında olan iki oğluna okçuluk dersi veriyordu. Işbara Han’ın kızı, Almıla’nın singili olan Gün Yaruk kendisine üç tane gürbüz çocuk yetiştirmiş, bir dördüncüsü ise tutsaklık kargaşalığında ölüp gitmişti. Bögü Alp şimdi Çin kağanının özel çerisinde subaydı. Kür Şad eski pusat arkadaşlarını birer birer bu çeriye almağa çalışıyordu. Işbara Han’ın da emeğiyle Yamtar, Yumru, Üçoğul, Yağmur, Gümüş de özel çeriye girmişler, kılıç kuşanmışlardı. Bunlar ve adlarını bilmediğimiz daha nice Türkler de şimdi Çin kağanının çerileriydi. Birçoğu Çin kağanının çerisi olmak istememişler, fakat Kür Şad’ın “Gününde gerekli olur” diyerek buyruk vermesi üzerine bu işe girmişlerdi.

Tutsaklıkla, açlıkla acınacak durumuna düşen; Yamtar ve Yumru gibi akçayla güreşecek kadar yoksullaşan, beğleri Çince ad takan, erkekleri Çin kadını alan Türkleri bu darmadağınıklıktan kurtarmak için nelerin gerektiğini Kür Şad’la Bögü Alp çok konuşmuşlardı. Eski savaş ruhunu yaşatmak için onları Çin kağanına çeri yapmaktan başka yol bulamamışlardı. Bir defa kılıç takıp ata binsinler, ötesi kolaydı.

Bögü Alp da bunu yapıyordu. Gök Börü gibi iki gözü kör olan bir eski onbaşıya bile at ve pusat bulmuşlardı. O şimdi, Türk beğlerinden bir kaçının dokuz on yaşlarında bulunan oğullarına öğretmenlik ediyor, hatta şehir dışındaki düzlüklerde at koşturuyordu. Gök Börü, atı ile ilk defa bu düzlüğe çıktığı zaman ilerdeki engeller hakkında Yamtar’a birkaç soru sorduktan sonra atını mahmuzlamış, deli gibi at teperek yıllardır özentisini çektiği koşuya yanık ruhunu kandırmak istermiş gibi koşturmuş, koşturmuştu. Şimdi ise her gün yanında yedi sekiz çocuk olduğu halde kırlara, bayırlara çıkıyor, kılıç, ok, güreş, at talimleriyle akşamı ediyordu.

Bögü Alp çocuklarını analarının yanına gönderdikten sonra düşünceye daldı. Onun her zaman caymadan bıkmadan düşündüğü şey, Kıraç Ata’nın unutulmaz sözleriydi. Bu sözler Bögü Alp’ın beynine sanki işlenmiş gibiydi:

- Büyük günler geliyor... Kıtlık olunca ay parçalanacak... Kara Kağan’ı öldürmiyeceksin... Onu tasa öldürecek... Bir ulu şehirde toplanmış kırk er görüyorum... Aralarında sen de varsın... Yağmur yağıyor.... Irmağın kıyısında dövüşüyorsunuz... Budun kurtuluyor.... Adınız unutulmıyacak... 1300 yıllık ölümden sonra dirileceksiniz... acunun batımına dek adınız gönüllerde kalacak...

Kıraç Ata’nın dediği gibi büyük günler gelmiş, kıtlık olmuş, ay parçalanmıştı. O, Türk budununun kurtulacağını da söylemişti. Bögü Alp beş yıldır bu umutla tutsaklığa katlanıyordu. Yoksa Çin kağanının özel çerisinde subaylık değil, kendisine Çin tarkanlığını verseler bile tutsaklığa dayanamazdı.

Bögü Alp derin derin dalmıştı. İçeriye Yumru’nun girmesiyle uyandı. Onu yine at uşağı olarak almıştı. Yumru’nun yüzünde, her zaman görülmiyen bunlu bir düşüncenin izleri vardı. Üzüntülü bir sesle:

- “Bögü Alp! Kara Kağan Uçmağa vardı” dedi.

Bu sözler kendisine yine Kıraç Ata’yı hatırlamıştı. Kocamış kam:

- “Kara Kağanı öldürmiyeceksin... Onu tasa öldürecek” dememiş miydi? İşte dediklerinden biri daha çıkıyordu. Kara Kağan dört yıl tutsak yaşanıp bunaldıktan yiyip içmeden kesilip benzi solduktan, Çin kağanının kendisine verdiği rütbeler bile gücüne gidip utanç duyduktan sonra artı yeryüzünde yaşıyamamış, ölmüştü...

Yumru:

- “Kür Şad seni bekliyor” diye sözlerini tamamladı.

Bögü alp; Kür Şad’ı durgun, Işbara Han’la Uluğ Tarkan’ı üzüntülü buldu. Kür Şad’a eçesinin, Işbara Han’a da yakın akrabası olan kağanın ölümünden dolayı başsağlığında bulundu. Kısa bir görüşmeden sonra yuğ töreninin nasıl yapılacağını kararlaştırdılar.



Binlerce Türk’ün hazır bulunduğu yuğ töreninden sonra Kara Kağan’ın cesedi yakılarak külleri “Pa” ırmağının doğusuna gömüldü. Türkler’in çoğu kağana kırgın, kızgın veya güceniktiler. Böyle olduğu halde gözleri yaşlıydı. Gök Türk kağanının tutsak olarak ölmesi ağırlarına gitmişti. O gün o kadar duygulu idiler ki Kür Şad veya Işbara Han çıkıp da kendilerine haydi dese, sonunu düşünmeden hep birlikte Çinlilere saldırabilirdi.

Yamtar kendinde bir kırıklık duyduğu için birkaç gün evinden çıkmamıştı. Gök Börü de çocuklara birkaç gün talim yaptırmamış, Kara Kağan çağında yapılan savaşları, olan kıtlıkları, Sançar’ın ölümünü ve nihayet kendi gözlerinin nasıl kör olduğunu anlatmış, kendi oğlu Sungur, Yamtar’ın oğlu Göktaş, Üçoğul’un oğulları Karabudak’la Kızıl Buka, Sülemiş’in oğlu Barmaklak, Çin seddinde ölen Arık Buka’nın oğlu Çıgay Börü, Uygur Alka’nın oğlu Tanrıvermiş bu anlatılanları göz kırpmadan, soluk almadan dinlemişlerdi. Bir gün Yamtar kırıklığının geçtiğini görerek evden çıkmıştı. Gök Börü de öğrencileriyle birlikte kırlara gitmeğe hazırlanıyordu. Arkadaşları Üçoğul çıkageldi. Bakışları bir tuhaftı, Yamtar’la Gök Börü’ye:

- “Ne yapıyorsunuz?” diye sordu.

Onların dünyaya aldırış etmiyen bir durumla her zamanki işlerine başlamak üzere olduklarını görünce:

- “Olan işlerden haberiniz yok mu? Dedi.

Ne Yamtar’ın, ne de Gök Börü’nün bir şeyden haberi yoktu. Üçoğul büsbütün tuhaflaşmıştı:

- Bu Siganfu da amma tuhaf yer. Bir haber, şehrin bir ucundan öbür ucuna iki günde gitmiyor. İki gün önce Uluğ Tarkan’ın kendisini öldürdüğünü işitmediniz mi?

İki anda şaşırıp duraksadılar. Yamtar kekeledi:

- İşitmedik. Tarkan kendisini niçin öldürdü?
- Kara Kağan’ın ölümünden sonra yaşamak istemediği için.

Ortalıkta derin bir sessizlik oldu. Bu sessizliğin ortasına Üçoğul’un sözleri bir kor parçası gibi düştü:

- Öyleyse bugün de Işbara Han’ın kendisini öldürdüğünü bilmiyorsunuz...

Üçoğul bunu söylerken sesinde bir hıçkırık titremişti. Birden ona sayacak kadar zaman geçti mi, geçmedi mi, bu pek belli değildi. Bir anda üç büyükle yedi küçüğün börklerini atıp ağlaştıkları görüldü. Küçükler hıçkırıp bağırıyorlardı. Yamtar’la Üçoğul’un gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Gök Börü’nün yüzü kızarmış, başını göğe kaldırmıştı. Bu büyük yas arasında, kaskatı bir sesle:

- “Işbara Han’ın ölümüne ağlamak için gözlerim olmasını isterdim” dedi.