S.55

Yağılar, onun yiğit başını gövdesinden ayırıp Çin kağanına götürdüler. Çin kağanı, bütün saray, bütün Siganfu ondan tirtir titremişti. Bu titreyiş yalnız Kür Şad’dan değil, onu yetiştiren ırktan geliyordu. Kür Şad ölümüyle budununu kurtarmıştı.

Ertesi gün Siganfu’da yargılar kuruldu. İhtilâlden haberi olmıyan Urku, güney vilayetlerinden birine sürüldü. Sarayın adamları Kür Şad’ın ocağını söndürmek için bütün şehri aradılar. Kür Şad’ın dört yaşındaki oğlunu bulsalar yok edeceklerdi. Konçuyu ve on üç yaşındaki kızı ihtilâlin çıkacağını biliyorlardı. Kızıyla kısa bir konuşma yaptıktan sonra konçuy, oğlunu alarak bilinmedik bir yere doğru gitti.

Çinliler geldikleri zaman Kür Şad’ın kızı yalnızdı. Yargının önünde ihtilâli bildiğini, anasıyla kardeşinden haberi olmadığını söyledi. Babasının kesik başını gösterdiler. Gözlerinden yaşlar akarak : “Yurt ve şeref için…” diye karşılık verdi. Hayatını kurtarması için bildiklerini açığa vurması gerektiğini bildirdiler. Hiç cevap vermedi.

Kür Şad’ın kızı ölüme mahkum edildi. Onbaşı Ay Kutluğun babasıyla Turumtay’ın eçesi de idam cezası almışlardı. Kür Şad’ın kızıyla Ay Kutluk’un babası yüce soydan oldukları için Türk türesince yay kirişiyle boğularak öldürülmeleri gerekirdi. Çin kağanı, hakaret olsun diye, okla öldürülmelerini buyurdu.

O akşam Çin sarayının bahçesinde üçü de oka tutuldular. Kür Şad’ın kızı ortada duruyordu. Yirmi Çerisi nişan almıştı. Bir buyruk işitildi. Arkasından keskin bir vınlayış…

İki erkek, düşmesin diye Kür Şad’ın kızını kolundan tutuyorlardı. Kendileri yaşadıkta Kür Şad’ın kızı toprağa düşemezdi. Birkaç kısa an onu ayakta tutabildiler. İlk önce Ay Kutluğun babası düştü. Turumtay’ın eçesi diz çökmüş olduğu halde onu hâlâ ayakta tutmağa çabalıyordu. Sonra o da kapaklandı. En son düşen, dört okla yaralanmış olan Kür Şad’ın kızı oldu…

Gece bütün güzelliğiyle inmişti. Ayın on beşi ışıklarını Tanrı’nın rahmeti gibi saçıyordu. Siganfu sarayından Vey ırmağına kadar olan bütün yerlerde bir başka hava var gibiydi. Bu gece Çinlileri bir korku sarmış, kimse sokağa çıkamıyordu. Çünkü o alanda şehitlerin ruhları dolaşıyordu.

Birden buralar bulutlandı. Sis gibi, duman gibi, fakat onlardan daha başka, daha güzel bir şey çevreyi sardı. Sonra birdenbire bu dümdüz beyazlığın üzerinde, yerden birisinin kalktığı görüldü. Elinde yerden kaldırılmış, gönderi kurt başlım bir tuğ vardı. Yarasından kanlar akan bu hayalet Kür Şad’dı.

Bir eliyle tuğu yükseltirken, öteki eliyle duman alana bir işaret yaparak “Kalkın” diye haykırdı. Kırk şehit birden kalktılar. Kür Şad eliyle ilerde bir yeri gösterdi. “Oraya” diye gürledi. Gösterdiği yer “Tanrı Dağı” idi. Tepesinde ataların ruhu dolaşıyordu. Kırk bir şehidin ruhu bir fırtına gibi, bir musikî gibi, bir ışık akarak Tanrı Dağı’na doğru yürümeğe başladılar… Onları orada, başlarında Alp Er Tunga olan atalar kafilesi bekliyordu. Bu kırk bir şehidin çevresini bir anda yüz binlerce başka şehitler sardı. Tanrı’nın huzurunda başlıyan bu en muhteşem resmigeçit büyük, sonsuz boşluğu sarsarken birdenbire bir türkü; azametli, ürpertici, Tanrısal bir türkü kâinatı titretti:


SON