S.41

Kür Şad, Gök Türkeli’nde kendi yerine börü Tarkan’ı bırakmış, güneye, kağan ordusuna doğru dört nala at sürüyordu. Ardında beş atlı daha vardı. Kağandan gelen ulak bozgun haberini getirdiği zaman öfkeyle kılıcına el atmış, fakat barış için Çin’e elçi yollanacağını işitince börkünü yere çalarak : “Barış mı?” diye deli gibi bağırmıştı. Kür Şad ne yapıp yapıp elçi gitmesine engel olmak için kağanın yanına koşmayı düşünmüş, gün görmüş Börü Tarkan’ı kendi yerine bıraktıktan sonra ona çok tetik olmasını, çünkü Çinlilerin şimdi fırsattan faydalanarak Türkeli’ne doğu-güneyden saldırmaları ihtimali olduğunu söylemiş; yanına ulakla birlikte bir yüzbaşı, iki onbaşı, bir de at uşağı alarak yola çıkmıştı.

Keskin gözleriyle hep ileriye bakıyordu. Fakat baktığı yeri görümüyor, çünkü beyninden şimşek hızıyla bin bir türlü düşünce geçiyordu. Kür Şad, kağanın kararsızlığına öfkeleniyor, bir savaş, bir barış yapmakla Türkeli’nin bir şey kazanmıyacağını biliyordu. Açlık ve kıtlıkla kırılmış, azalmış, arıklamış olmalarına rağmen eldeki bütün kuvvetlerini toplıyarak Çin’le çarpışılırsa doyum olacaklarına, başka çıkar yol olmadığına inanıyordu. Çok eski çağlarda, yüzlerce yıl önce atalarının yaptığını işittikleri gibi, ağırlıklarla kadın ve çocukları kuzeye yollıyarak toplayabildikleri bütün atlılarla Çin’e yıldırım gibi bir saldırış yapmak, sonra çekilerek kuzeye dönmek, artlarına düşecek Çinlileri kendi yurtlarından uzaklaştırdıktan sonra onlarla bir ölüm-dirim savaşına girişmek en doğru işti. Kağan’ın, Işbara Han’ın, kendisinin bütün atlılarını toplamak, hatta tulu Han ordusunun artıklarını derlemek gerekti. Bu yetişmezse batı kağanından da çeri istenebilirdi. Yapılacak her şey yapılmadan Çin’e barış için elçi yollamak... Bunu Kür Şad’ın aklı almıyordu.



Kür Şad ve beş atlısı gün kararırken Kara Kağan ordusuna vardılar. Orduda derin bir sessizlik vardı. Yarısını savaş alanında bırakmış olan bu ordunun yorgun, yaralı erlerinde bir bezginlik göze çarpıyordu. Akın için yurtlarından çıkarlarken yanlarında çok azıkları yoktu. Çin’i yağma edip mal ve azık bulacaklardı. Savaşı kaybettikten sonra bu umut suya düşmüş, yine açlık başlamıştı. Yurda dönüp ordaki az buçuk doymaktan özge yol yoktu. Kür Şad’ın gelişi birdenbire orduyu canlandırdı.

Kara Kağan, otağında yalnız başına oturmuş, üzüntülü bir yüzle düşünüyordu. Kür Şad’ın gelişi yüzündeki gerginliği dağıttı:

- “Kür Şad! Savaşı kaybettik” dedi.
- Birini kaybettikse ikincisini kazanabiliriz.

Kağan acı acı gülümsedi:

- Elimde yorgun argın, çoğu yaralı on binli atlı kaldı. Beğlerin çoğu öldü. Bu kadarlık bir çeri ile savaş kazanılır mı?

Kür Şad’ın gözlerinde kıvılcımlar parlayıp söndü:

- Buyruk verirsen şimdi yurda ve Işbara Han’a ulak salar, nice atlı varsa getirip bir daha talih deneriz.

Kara Kağan sert bakışlarla baktı. Sonra kendisinden umulmıyan yumuşak bir sesle sordu:

- Gök Türk Kağanlığı’nın geleceğini bir talih denemesine mi bırakacağız?

Kür Şad sert sert şöyle cevap verdi:

- Talih denemek barış yapmaktan yektir. Çünkü barışla geleceğimizin kararmış olmasını önceden kabul etmişiz demektir. Talih denersek kazanmak ihtimali vardır.

Kağan mütevekkil bir sesle: “Ben barış için Çin’e elçi yolladım” diye karşılık verdi.

Kür Şad’la bir bakıştılar. Kağanın bakışlarından keder sızıyordu. Ötekinde parlamak üzere olan bir ateşin kıvılcımları görülüyordu. Sesi gittikçe dikleşerek söylemeğe başladı:

- Barış için elçi göndermekle kötü ettin kağan! Şimdi Çinliler bizden çok şey istiyeceklerdir. Onların isteğini kabul etmek Çin’e tutsak olmakla denktir. Buyruk ver: Yurda ulak salıp bütün çerilerimizi burada toplıyalım. Bizimle adam gibi konuşurlarsa hoş! Konuşmazlarsa yeniden akın edelim. Burada bekleyip açlıktan ölecek miyiz? Ben gelirken Börü Tarkan’a hazır olmasını buyurdum. 2000 atlı yola çıkmak için buyruk bekliyor. Işbara Han da kendi çerisiyle gelirse Çinliler’e bir ders verebiliriz. Yenilirsek durumumuz şimdikinden daha kötü olacak değildir. Hiç olmazsa Türk kağanı baş eğdi diye övünç duyamazlar.

Kağan başını önüne eğmiş, düşünüyordu. Yine karasızlık içinde olduğu belliydi. Otağda derin bir sessizlik oldu. Sonra kağan başını kaldırdı. Kür Şad’ın gözlerinin içine bakarak: “Dilediğini yap” dedi. Kür Şad yere diz vurdu:

- Buyruk senindir kağan!

Hemen dışarı fırladı. Yurttan getirdiği iki onbaşıya kısa bir buyruk verdikten sonra birini Börü Tarkan’a, birini de Işbara Han’a yolladı. Bunlar onların bütün kuvvetleriyle gelmesini sağlamak için gidiyorlardı. Börü Tarkan’a giden onbaşı oradaki işini bitirdikten sonra daha kuzeye, Tulu Han’ın eline giderek oradan da çeri getirmeğe uğraşacaktı. Kür Şad bu iş olunca, yurttan getirdiği yüzbaşı ile kendi at uşağını çağırdı. Onlara gizlice bir buyruk verdi. Bu ikisi dört nala yola çıktıktan sonra ordunun arasına karışarak çerileri yakından görmek için yürüdü. Kür Şad delice bir iş görmüş, yüzbaşıyla at uşağını batı kağanına yollamıştı. Kara Kağan kendisine dilediğin gibi yap denememiş miydi? İşte o da dilediği işi görerek batı kağanına elçi göndermiş, en büyük hızla yardım dilemişti. Çok düşünecek, hazırlık yapacak zaman yoktu. Bu işin gizli kalmasını, kimsenin duymamasını istediği için yalnız bir yüzbaşıyı elçi diye yollamış, yanına da ancak kendi at uşağını verebilmişti. Elçinin yanına ne akça, ne azık, ne de yardımcı koşmuştu. Bunlar yapılırsa hem vakit kaybolur, hem de işitilip yayılırdı. Kısa sözlerle yüzbaşıya yapacağı işin büyüklüğünü ve ağırlığını anlatmış, yiyeceğini yolda bulmasını, çok hızlı gitmesini söylemiş ve batı kağanına varıncaya kadar aldıkları yumuş hakkında kimseye bir şey söylememesini buyurmuştu.

Kür Şad o gece hiç uyumadı. Ordunun durumu, sandığından daha acıklı görünüyordu. Yaralıların içinde ağır olanlar inliyor, bunların ağızlarına verecek bir yudum kımız bulunmuyordu. Nöbetçilerden biri yaralarından kan sıza sıza ölmüştü. Son savaşın kahramanı Bögü Alp yaralarını kızgın demirle dağladıktan sonra bayılmıştı. Orduda aşağı yukarı subay kalmamıştı. İki tümenbaşıdan biri olan Tunga Tigin er meydanında kalmıştı. Öteki tümenbaşı Şen-king’e bir şey olmamıştı. Kür Şad bu uğursuzluğu gördükçe kan beynine sıçrıyor, onu öldürmemek için kendini güç tutuyordu. Binbaşılardan bir Bögü Alp kalmıştı. O da bitik halde idi. Kür Şad sabaha kadar uğraşarak, sağlam kalmış olan üç onbaşıya bütün orduyu saydırdı. Çinli Şen-king’i adam yerine saymıyordu. Kağandan ve kendisinden başka 1 binbaşı, 4 yüzbaşı, 21 onbaşı, 9850 er kalmıştı. Bunların 600 tanesi savaşamıyacak kadar ağır yaralı idi. Börü Tarkan’la Işbara Han çerilerinden hangisi önce gelirse Kür Şad onların azığı ile bu 600 çeriyi doyurarak geriye yollayacaktı. Börü Tarkan’dan gelecek olan 2000 kişiyle, 11.300 e çıkacaklar, Işbara Han’ın çerisiyle daha da güçleneceklerdi. Fakat yazık!... Talih artık kendilerinden yüz çevirmiş olacaktı. Çünkü gün doğarken gelen onbaşı, Işbara Han çerisinin gelmekte olduğunu, fakat çok sayrı olduğu için Işbara Han’ın bu çerinin başında bulunmadığını bildiriyordu. Kür Şad kaşları çatılarak sordu:

- Gelen çeri kaç kişi?

Sonra içi sızlıyarak şu cevabı aldı:

- 1400 kişi! Işbara Han kendi yanında işe yaramaz 20 er alıkoydu. Onların da atı yok.

Kür Şad hayal kırıklığı içindeydi. Işbara Han’dan bir tümen geleceğini sanarken 1400 kişiyle karşılaşmak onun umutlarını toprağa gömmekti. Fakat yiğit Kür Şad’ın iradesi sarsılmıyor, umutsuz olsa bile vazifeyi yapmaktan geri kalmıyordu. 600 ağır yaralıyı birkaç erin yanında geriye yollarken Börü Tarkan’ın yolladığı 2000 atlı da sökün etti. Bütün gece uyumamış ve çalışmış olduğu halde hiçbir yorgunluk duymadan orduyu düzene koymakla uğraştı. 12.700 kişilik bir ordu ile büyük Çin kuvvetlerine karşı ne yapabileceğini düşünüyordu. Bütün yapabileceği şey biraz daha zaman kazanmaktan ibaretti. Belki Tulu Han ordusundan biraz çeri gelir, biraz daha zaman kazanılsa belki batı kağanı da yardıma koşardı. Bu düşünce ile orduyu düzene koyup birçok yüzbaşıları binbaşı, onbaşıları da yüzbaşı yaptı. Çinli Şen-king’e bir tek çeri vermeyip onu yanına çağırtarak sert bir sesle:

- “Seni kağanın yaveri yaptım” dedi.

Şen-king hakarete uğramıştı. Çünkü kendisi gibi bir tümenbaşı olan Kür Şad onu çerisinin başından alıyor, kağan yaveri yapıyordu. Buna hakkı yoktu. Kağana şikâyet edecekti. Fakat Şen-king bu kararını tatbik edemeden orduda bir dalgalanma oldu, Çin kağanından elçi gelmişti.



Kara Kağan, yanında Kür Şad, Şen-king ve Binbaşı Bögü Alp olduğu halde Çin elçisini otağına kabul etti. Elçinin yanında Türkçe bilen bir Çin subayı dilmaçlık yapmak için gelmişti. Elçi pek güler yüzlü bir adamdı. Kağana çok saygı gösteriyordu. İlkönce, uğradığı bozgundan dolayı kağanı avundurarak savaşın bir talih işi olduğunu, nice değerli kağanların ve başbuğların da bozgun acısını tatmış olduklarını söyledi ve bununla Kara Kağan’ın değerinin asla azalmıyacağını sözlerine ekledi. Sonra barış yapmak için kağanın şartlarını sordu. O zaman Kür Şad atılarak:

- “Kağan! Buyruk verirsen bu işi daha önce kendi aramızda görüşelim” dedi. Kara Kağan, Çinlilerden çok ağır şartlar beklerken onların kendisine barış şartı sormalarından ferahlık duymuştu. Kür Şad’ın isteğini kabul ederek: “bunu yarın bildiririm” diye elçi ile olan konuşmaya son verdi.

Kür Şad da elçiden ağır şartlar bekliyordu. Fakat ağır bir şart görmeyince o, Kara Kağan gibi ferahlamamış aksine olarak içinde bir sıkıntı duymuştu. Bu sıkıntının nereden geldiğini bilmiyordu. Bir sezgi ile bu işte bir kötülük buluyor, yüreği bundan dolayı sıkılıyordu. Bögü Alp ise kansızlıktan sararmış yüzü ile hemen kağan otağından çıkmış, Çin elçisinin ardından bakakalmıştı.

Kür Şad da, Bögü Alp da bu konuşmada Şen-king’in bulunmasından kuşkulanmışlardı. Onu oldum olası kötü bildikleri için başlarına gelen her kötülükte, gelecek her belâda onun parmağını arıyorlardı. Çinli idi. Yalnız bu sebep onun kötü olması için yetip artardı bile. İkisi yalnızca konuştuktan sonra Şen-king’i göz altında bulundurmağa karar verip güvendikleri bir onbaşıyı onu gözetlemekle ödevlendirdiler.

Çin elçisi çadırını, oranın en yüksek yerine dikmişti. Yanında dilmaç subaydan başka iki er, bir de aşçı vardı. Böyle savaş zamanında ve alanında bile aşçı ile gezmek Türkler’e pek gülünç gözüktüğünden tuhaf tuhaf bakıyorlardı. Aşçı akşama kadar iki defa aş pişirmiş, hatta oradaki yaralı iki Türk erine de biraz vermişti. Pek boşboğaz, pek konuşkan bir adamdı. Boyuna Çince bir şeyler söylüyor, Türkler de bunu anlamayınca dilmaçı çağırıyor, onun yardımı ile konuşmağa çalışıyordu.

- Bunlar güzel yemeklerdir. Gövdeyi güçlendirir. Yaralarınızı çabuk onartır.

Türkler’in karnı çok açtı. Ses etmeden verileni yediler. Fakat boşboğaz aşçı susmuyordu.:

- Yaralarınız derin mi?

Türk’ün biri cevap verdi:

- Kılıç çiziği...

Ve kanlı kaftanını aralıyarak göğsündeki dağlanmış yarayı gösterdi. Aşçı tuhaf bir çığlık attı:

- Ne çizgi? Oyuk, oyuk!... Bu yara bu kadar yemekle geçmez.

Bunu söyliyerek Türk’e biraz yiyecek daha getirdi. Çenesi yine işliyordu:

- Bütün yaralılara da vermek isterdim ama bilmem ki yeter mi? Kaç yaralınız var?
- Yarasız er olur mu? Hemen hepimiz yaralıyız...

Aşçı acınıyordu:

- Yazık!... Yazık... Ah bu savaş ne kötü şey! Bizim çeriden binlercesi öldü. Kalanı da bitik bir halde Çin’e döndü.

Türk bu sözleri garipsedi:

- Bizim de yarımız öldü. Bunda şaşacak ne var?

Çinli acıyan gözlerle Türk’e bakıyor, bir yandan da türlü türlü aşlarla onu ağırlıyordu:

- Siz de yarın yurdunuza dönüp dinlenirsiniz. Yaralarınız iyileşir.

Türk iyice kızmıştı:

- Yurda dönecek olsaydık yurtta kalanlar da buraya gelmezdi. Kişi çadırda doğar, çayırda ölür.



O gece Kür Şad’la Bögü Alp çeriler arasında gezinirken bir yandan da konuşuyorlardı. Şen-king’i gözliyen onbaşı onun kuşkulandırıcı bir hareketini görmemişti. Kür Şad uzun bir uykusuzluktan sonra yatmak için Bögü Alp’tan ayrılmak üzere idi. Birdenbire epey yakınlarında oldukça büyük bir ateş gördüler. Kür Şad od yakmağı yasak ettiği halde böyle büyük bir ateşin yakılması buyruğa karşı gelmekti. Hızla ateşe doğru yürüdüler. Çin elçisinin çadır kurduğu tümseğin önünde sert sesle konuşmalar oluyordu. Bir Türk nöbetçisi ateş yakmanın yasak olduğunu, hemen söndürmelerini ihtar ediyor, Çin elçisi de Çince bir şeyler söyliyerek karşılık verirken aşçı yemeğini pişirmekte devam ediyordu. Bu geç vakitte yemek pişirmek garip bir oburluktu. Kür Şad’la Bögü Alp oraya varınca nöbetçi yere diz vurdu:

- “Kür Şad! Bu herifler Türkçe anlamıyor” diye haykırdı. Kür Şad nöbetçiye buyruk verdi:
- Södür!

Nöbetçi ateşe doğru yürüdü. Önüne geçmek istiyen aşçıyı kavrayınca yere çaldı. Sonra kendi sırtından çabucak kaftanını çıkararak ateşin üzerine kapatıp söndürdü. O zaman ileriden koşarak gelen dilmaç elçiyle konuştuktan sonra Kür Şad’a bu hareketin sebebini sordu. Kür Şad küçümsiyen gözlerle elçiyi ve dilmaçı süzdükten sonra:

- “Sen çeri değil misin? Geceleyin orduda od yakılmayacağını bilmiyor musun” dedi.

Dilmaç yeniden elçiyle konuştu. Sonra çok saygılı bir durumla bağışlanmalarını diledikten sonra böyle bir buyruktan haberleri olmadığını söyledi.



Biraz sonra Kür Şad yorgunluktan, Bögü Alp yaralarının ağırlığından ötürü kara toprak üzerinde, birer ince keçeye sarınarak sızmışlarken Çin elçisinin otağında elçi ile dilmaç yavaş sesle konuşuyorlardı. Dilmaç şöyle diyordu:

- Yarıları öldüğüne göre demek buraya aşağı yukarı 10.000 kişi geldi. Gerideki kuvvetlerini de çağırdıklarına bakılırsa şimdi 15,000 kişi olmalıdır. Bizim aşçı görevini iyi başardı. Ateş işaretiyle Türklerin sayısını bizimkilere bildirdik. Yalnız, Kür Şad söndürtmeseydi çoğunun yaralı olduğunu da bildirecektik ama...

Elçi sözünü kesti:

- Bu kadarı yeter. Bizimkiler 60.000 kişiyle gelecekler. Baskın yapılacağı için Türkler’in hakkından geliriz.